İstıhsanın İbtali ve Mesalih-i Mürsele

0

190- Şafiî´nin Îstihsanı Çürütmesi:

Şafiî îstihsanın îbtâli adlı eserinde şöyle diyor: “Allah´ın hükmü Peygamber´in hükmü ve Müslüman cemaatının hükmü olarak bütün zikret­tiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftü olmak isteyen kimsenin ancak ilzam edici bir delille hükmetmesi ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Ki-tabla, Sünnetle veya ilim erbabının ihtilafsız olarak söyledikleri bir ka­vil ile veyahut bunlardan bâzısına kıyas yapma yoluyla olur. îstihsan ile fetva verilmez. îstihsan vâcib olmaz, o bu mânâlardan birini de taşımaz.”

İbtâlü´l-îstihsan kitabında, Cimâu´1-îlim kitabında, Er-Risâle´de ve El-Üm kitabının içinde Şafiî´nin bu sözlerinin benzerleri vardır. Bunlar bize iki şeyi anlatmaktadır:

1- Eğer müctehid içtihadında Kitaba, Sünnete veya icmâ´a dayan­mazsa veyahut bunlardan birine kıyas yapmazsa, bu istihsan olur. Çün­kü bu takdirde müctehid delilin nassmın veya delâletinin verdiği şeyi de­ğil, kendisince iyi gördüğü şeyi almış olur.

2- Sabit bir nassa veya nassın delâletinin irşadına i´timad etmek­sizin istihsan yoluyla ictihad etmek, bâtıldır; bunun şeriatla bir ilgisi yok­tur.

Şimdi Şafiî´nin ikinci kaziyyeyi, yâni bir nassa veya icmâ´a veyahut kıyasa dayanmaksızın istihsan yoluyla içtihadın bâtıl olduğunu isbat için getirdiği delilleri kaydetmek istiyoruz, çünkü birinci kaziyyede gö­rüldüğü üzere, Şafiî´ye göre, istihsamn mânâsı budur. [1]

191- İstîhsanı Çürütmek Îçîn Er-Risale Ve El-Üm de Getirdi­ği Deliller:

Şafiî´nin El-Um´de ve Er-Risâle´de zikrettiklerini inceleyen kimse görür ki, o, münazaralar esnasında istihsamn butlanına dâir müteaddit deliller getirmiş olup bunlar eserlerinin muhtelif yerlerinde dağılmış bir halde bulunmaktadır. Biz bulduğumuz bu delillerden altı tanesini burada özet halinde vermek istiyoruz:

a) Allâhu Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de şöyle buyurmuştur: “İnsan, ken* dişinin başıboş bırakılmış olduğunu mu zanneder ” Hz. Peygamber Efen­dimiz de şöyle buyurur: “Allâhu Teâlâ´mn size emir buyurduğu hiçbir şe­yi bırakmaksızın onu size emrettim* sizi nehyettiği her şeyden ben de si­zi nehyettim. Rûhu´I-Emîn (Cebrail) benim kalbime şunu koydu ki, hiç­bir canlı rızkını tamâmiyle alıp tuketmedikge ölmez. Öyleyse rızkı güzel yollarla arayınız.”

Hz. Peygamber, Müslüman toplumuna sarılıp ondan asla ayrılmama­ğı bize emretmiştir. Bunun mânâsı: Müslüman cemâatinin sözünden ay­rılmamaktır, işbu Âyet-i Kerîme ve bu iki Hadîs-i Şerîf göstermektedir ki, Hz. Peygamber şeriatın bütününü beyan etmiş, Allah´ın emrettiği, neh­yettiği şeylerin hepsini beyan ederek açıklamıştır. Allâhu Teâlâ, İslâm cemaatının ahvâline mütaallik işleri, buyruk ve yasakları ihmal etmemiş, her şeyi ya nassla veya işaret suretiyle beyan buyurmuştur. İctihad sa­bit bir nassa dayanır. Nassla sabit bir şeye kıyas yapılır. Aksi halde bu eksik bir beyan olur. Bu ise sahîh değildir. Allâhu Teâlâ insanları başıbog bırakmış değildir; insan mükelleftir. Hz. Peygamber buyrukları ve ya­sakları beyan etmiştir. Öyleyse istihsan yoluyla ietihad bâtıldır.[2]

b) Allâhu Teâlâ söyle buyurur:”Allah´a itaat edin, Resulüne de itaat edin.”, “Kabbın tarafından sana vahyolunana tabi´ oL”, “Peygam­berce itaat eden, Allah´a da itaat etmiş olur.”, “Peygamber size ne getir­diyse onu alın, sizi neden nehyettiyse ondan da sakının.”, “Onların ara­sında Allah´ın inzal ettiğiyle lıükmedesin ve onların arzu ve heveslerine uymayasın.” Bütün bu âyetler göstermektedir ki, mü´mine Allah´ın Ki-tâbı´na ve Peygamber´in Sünnetine uymak düşer. Bu ikisinden başkasına uymaz. Nass ve delâlet suretiyle tafsîlan veya icmâlen olsun, küllî ve cüz´î beyan yoluyla olsun bildirilen hükümlere tabi olmak farzdır. Bu ikisinden başka tabi´ olunması vâcib olan yoktur. Kıyas, Kitab ve Sün­nete tabi´, olmak demektir. Çünkü kıyas, mânâ ve illet bakımından bu ikisinin delâlet ettiklerine hamletmek demektir. îcmâ´, hüccet olma kuv­vetini Hz. Peygamber´in Sünnet-i Şerîfesinden almaktadır. îcmâ´la amel etmek de Sünnete tabi´ olmak demektir. İstihsanda bu ikisinden birine ilhak etme bulunmadığından ve bunu almağı tecviz eden bir nass da ol­madığından, istihsan yoluyla ictihadda bulunmak, Kitâb´ın ve Sünnetin getirdiklerine re´y ile ziyâde yapmak demektir. Halbuki Kitab ve Sünne­tin nassiyle sabit veya istinbat yolunca sahîh bir surette nassların delâle­te çıkarılan hükümlerden başkasına tabi´ olmağa kimse Uzam edile­mez[3].

c) Kendi heves ve arzusuna göre değil, Allah´ın vahyiyle konuşan Hz. Peygamber, dînî mes´elelerde istihsan yoluyla hüküm vermezdi. Hak­kında henüz vahy inmemiş ve hükmü bildirilmemiş bir mes´ele kendisine arz olununca istihsan ile hüküm vermezdi. Hakkında âyet bulunmayan bir hususun hükmü sorulunca vahiy beklerdi, vahiy nazil olmadan ce­vap vermezdi.

Evs b. Sâmit´in karısı gelerek Hz. Peyganıber´e Evs´ten şikâyet etti. Ona cevap vermedi, nihayet şu âyet-i kerîme nazil oldu: “Kocası hakkın­da seninle tartışan ve Allah´a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Esasen Allah konuşmanızı işitir, doğrusu Allah hor şeyi işitir ve görür, İçinizde karılarım annelerinin yerine koyarak haram sayanlar bilsinler M, kanlan anneleri değildir. Anneleri ancak onları doğuranlar­dır. Doğrusu o söyledikleri kötü asılsız bir sözdür. Allah şüphesiz affe­dicidir» bağışlayıcıdır, Karılanıu annelerinin yerme koyup haram saya­rak oulan boşamak isteyip sonra sözlerinden dönenlerin, eşiyle temas et­meden bir köle âzââ etmeleri gerekir. Bu size öğüdâtlr. Allah işledikleri­nizden haberdardır. Köle bulanuyanra, eşiyle temastan önce birbiri ardın­ca iki ay oruç tutması gerekir. Buna giicö yetmeyen altmış fakiri doyu­rur. Bu kolaylık Allah´a ve Resulüne inanmış olmalarındandır. Bunlar Al­lah´ın hudududur. înkâr edenlere can yakıcı azap vardır.”[4]

Kadın Hz. Peygamber´e gelip, kocasının: “Bana anamın sırtı gibisin, haramsın.” demesinden şikâyet ettiğinde, Peygamber Efendimiz îstihsan yaparak ona cevap vermedi, Arapların âdeti üzere bunun, haram olduğu­nu bildirmedi, vahiy gelmesini bekledi. Bu hususta bu güzel bir örnektir.

Yine bu kabilden, Aclânî, Hz. Peygamber´e gelerek kendi karısına kazf etti, namussuzluk isnadında bulundu. Hz. Peygamber ona hemen ce­vap vermedi, nihayet liân âyeti indi:

“Kanlarına zina isnad ed&p de kendilerinden başka şâhidlerl olma­yanların şahitliği kendilerinin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şâhid tutmasiyle olur. Beşincisinde: Eğer yalancılardım ise Allah´ın la´ne tinin kendisine olmasını diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Al­lah´ı dört defa şahit tutması, cezayı kadından savar. Beşincisinde kocası doğrulardan ise kendisinin Allah´ın gazabına uğramasını diler.”[5]

Böylece kazf etmenin hükmü bildirildi, böyle bir durumda kan koca Hân yapacaktır. Hz. Peygamber bu hükmü kendi re´yine göre istihsan yaparak bildirmedi. Eğer bir kimsenin istihsan. ile hüküm vermesi caiz olsaydı, bunu Peygamber´in yapması daha evlâ olurdu, istihsânin iktizâ­sına göre hüküm verirdi, gökten vahiy beklemezdi. Fakat ö bekledi. Öy­leyse her müetehidin istihsandan vazgeçmesi, istihsan ile hüküm vermemesi lâzamgelir. Müetehidin ancak Allah´ın Kitâbi´ndan, Peygamberin Sünnetinden alarak veya icmâ´a ve nasslara göre yapılan kıyasa dayana­rak hüküm vermesi gerekir.[6]

d) Hz. Peygamber, onun bulunmadığı bir yerde kendi istihsanîarma göre hüküm veren ashabın bu tutumunu hoş görmemiştir. Bir seriyye, bir elçi gönderdiği zaman Allah´a, Resulüne ve âmirlerine itaat etmelerini emrederdi: Âmirleri Allah´a ve Resulüne itâattan çıkmadıkça ona itaat gerekir. Bâzı gazalarda ashâbdan bâzılarının yaptıklarını hoş görmedi. Bir ağaca sığınan adamı yakmalarını beğenmedi. Kılıç altında dahi olsa Müslüman oldum, diyen kimseyi öldürmelerini hoş karşılamadı[7]. Eğer nassa veya kıyasa dayanmaksızın istihsan yoluyla ietihadda bulunmak caiz olsaydı, Hz. Peygamber Ashâb-ı Kirâm´m bu yapışlarını reddetmez, tutumlarım inkâr etmezdi. Onları hakkı aramada yanılmışlar i´tibar et­mezdi.

e) îstihsamn kayıd ve zabtedilmiş bir kaidesi yoktur. Hakkı bâtıl­dan ayırmak için bir ölçüsü de yoktur. Eğer her müftünün, hâkimin, müo-tehidin; nass bulunmayan hususta istihsan yapması caiz olsaydı o zaman iş karmakarışık olurdu. Bir olay hakkındaki hüküm, şahısların istihsânı-na göre değişik olur. Bir mes´ele hakkında türlü türlü hükümler ortaya çıkar. Bunların bir zabt ve rabtı olmaz, hak olanı beyan eden, doğru ola­nı bildiren bir Ölçü bulunmaz. Şerîatlan anlama yolu bu değildir. Dînî hükümler böyle yorumlanmaz ve açıklanmaz[8].

Kıyas da muhtelif hükümlere götürmektedir, diye Şafiî´ye bir i´tiraz yapılamaz. Çünkü kıyastaki ihtilâf bu kadar önemli ve farklı değildir. Çünkü hükmü nassla bildirilen bir seyîe hakkında nass bulunmayan bir şey arasındaki benzerlik vasfına, müşterek illete göre kıyas yaparak hü­küm vermek, bu iki ayrı mes´eleyi birbirine yaklaştırmaktadır. Bunların arasında esas tutulması kaabil birtakım kaideler bulmak mümkündür. Halbuki istihsanda, üzerinde ittifak edilmesi mümkün bir kaide kurma­ğa, bir rabıta ve zabıta bulmağa imkân yoktur.

f) Kitâb´ı, Sünneti ve kıyas yollarını bilen bir müetehidin istihsan yapması makbul ve muteber olsaydı, bunun, Kitâb´ı, Sünneti bilmeyen, ulemânın ihtilâf ve ittifak ettikleri mes´elelere, icmâ´ ve kıyasa vâkıf ol­mayan biri tarafından da yapılması caiz görülürdü. Çünkü bunun daya­nağı,^ esası akıldır. Akıl ise, Kitâb´ı, Sünneti bilmeyenlerde de bulunur. Hattâ Kitab ve Sünneti bilmeyenlerin içinde akılca, başkalarından daha üstün olan bulunabilir. Onlar1 daha iyi belirtebilirler.

Şafiî, bu delile karşı şöyle bir i´tiraz vârid olabileceğini ileri sürerek diyor ki: “Kitab ve Sünneti bilmek, şeriatın usûl ve esasını bilmek için zarurîdir. îstihsan yapacak kimse ancak Kitab ve Sünneti bilenlerden olur.”

Buna yine kendisi şöyle cevap veriyor: “Eğer onlar usûl bilmiyorlar derseniz, size denir ki: Usûl bildiğinize sizin deliliniz nedir Bir asla da­yanmaksızın bir şey denirse, böyle şeye kıyas olmaz. Aklı olup da usûl bilmeyenlerin, bu bilmemezlikleri yüzünden kıyası iyi yapamıyacaklann-dan endişe mi ediyorsunuz Usûl bilmeniz size kıyas yapma hakkını mı kazandırdı, yoksa onu terk etmeye mi yol açtı Eğer sizin onu terk et­meniz caiz ise, onların da sizinle beraber kail olması caizdir. Çünkü onlar için en çok korkulan şey kıyası terk etmeleri veya hatâ etmeleridir. Bir kimsenin örneksiz bir şey söylemesi övgüye değer ise, onların böyle bir hâli, doğru olduğu takdirde övülür. Çünkü onlar bir şey bilip de terk et­mediler, hatâda mazurdurlar.”

Şafiî´nin bu reddinden maksadı §udur: Usûl bilmenin meyvesi, oıiu kabul etmektir. îstihsanı kıyasa tercih eden kimse nassı terk ediyor de­mektir. Böyle yapan kimse İle hiç usûl bilmeyen kimsenin içtihadı müsa­vidir. Hattâ usûl bilen kimsenin vebali daha büyük olur. Şafiî´nin esasına! .; göre böyle red doğrudur. Çünkü ona göre, Kitab ve Sünnetle mansûs olan . bir şey üzerine yapılan kıyası terk etmek, nassı terk etmek gibidir. Nassı terk eden kimse ile, nassm hedef tuttuğu ve kıyasa giren hükümleri terk etmek arasında fark yoktur.

Bence böyle bir red yaparken burada Şafiî´nin getirdiği delili yerin­de değildir. Çünkü nass olan yerde hiçbir kimse istihsânla hüküm vermez, tstihsânı ancak Kitab ve Sünneti bilen kimsenin yapması caizdir. Tâ ki haklarında nass bulunan bir mes´ele hakkında istihsan yoluyla hüküm verilmiş olmaktan kaçınabilsin. Öyle olunca, bunu bilen ile bilmeyen ara­sında istihsan yapma bakımından belirli bir fark vardır. Bundan dolayı, bana göre bu delil doğru ve yerinde değildir. [9]

192- İstîhsan Taraftarlarının Getirdîğî Delillere Verdigi Cevaplar:

El-Üm kitabının içine serpirmiş bulunan muhtelif yerlerde münaza­ra esnasında Şafiî´nin getirdiği deliller bunlardır.- Şafiî çeşitli yerlerde bu delilleri yalnız getirmekle yetinmemiş, istihsan taraftarlarının kendileri­ne delil olarak ileri sürebilecekleri şeyleri de çürütmeğe çalışmıştır. Kı-. yasa dayanmaksızın re´y yoluyla istihsan yapılabileceği zannını uyandır­dığını farzettiği §öyle iki misâl de getirmiştir:

1- Hz. Peygamber bir Hadîs-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:

“Bir hâkim içtihadına dayanarak hükmünü verir de isabet de ederse onun için iki ecir vardır. Hükmünde hatâ ederse onun için bir ecir vardır.”

Yine Hazret-i Peygamber, Muâz b. Cebel´i Yemen´e gönderirken kendisine:

__Ne üe hükmedeceksin diye sordu. O da:

Allah´ın Kitabı ile, cevabını verdi.

Kitab´da Iralamazsan ne ile hükmedeceksin diye sordu.

Resulünün Sünnetiyle, dedi.

Sünnette de Iralamazsan, ne yapacaksın dedi. O zaman re´yimle ictihad ederim, dedi.

Şafiî, istihsan yoluyla içtihadın caiz olabileceğine bu iki Hadîsi delil göstermek isteyenler bulunabileceğini farzederek eliyor ki: “Hâkimin K´tab ve Sünnetten başkalarına dayanarak ictihad yapmasının caiz ol­madığına delil nedir Halbuki Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm, olsun),
2- Hz. Peygamber´in Ashâb-i Kirâmı´ndan bir grub, deniz kenarın­da ölü bir balık buldular. Onun etini yediler. Hz. Peygamber de onların bu yapışlarına bir şey demedi. Yine Hz. Peygamber, Sa´d b. Muâz´ı Benî Kureyza Yahudileri hakkında hüküm verme hususunda hakem yaptı, o da onlara “kılıç atılmasına karar verdi. Eğer istihsan yoluyla, kendi görüşüy­le iyi gördüğü bir şeyle hükmetmek yasak olsaydı, Hz. Peygamber ölü balıktan yiyenleri tasvîb etmez, Sa´d b. Muâz´ı da hakem yapmazdı. İşte ou konuyu da Şafiî söyle açıklıyor:

“Şayet denirse ki: Hz. Peygamber Efendimiz, hıyanet eden Benî yza Yahudileri hakkında hüküm vermek üzere Sa´d b. Muâz´ı hakem tâyin etti. O da kendi re´yiyle hükmünü verdi. Fakat onun vermiş oldu* ğu hüküm ve karar, Hz. Peygamber´in doğruluğunu bildiği hükme, arzu­suna uygun düştü. Denizin attığı ölü balıktan Ashâb-ı Kirâm´ın yemesi­ne gelince, onlar balıktan yedikten sonra Hz. Peygamber´e sordular, o da, ´Yanınızda o balığın etinden var mı * diye sordu. Onların bu hareketle­rinin doğru olduğunu gördü ve onun için yemelerini hoş karşıladı, câîa gördü. Yerinde yapılmış buldu. Hz. Peygamber´in bunu caiz görmesi, isa­betli bulmasındandır. Onların içtihadı doğru olduğundandır. Kitab ve Sünnetten bir asla dayanmayan re´y, isabet de eder, hatâ da edebilir[11]

Şafiî´nin bu cevabının manâsı şudur: Hz. Peygamber Efendimiz bu içtihadı caiz gördü, çünkü doğru idi, hakka isabet etmişti. Yoksa bu, Ki­tab ve Sünnetten bir asla dayanmayan bir içtihada cevaz veriyor demek değildi. Bu cihet, denizin attığı ölü balık etinden yeme mes´elesinde açık­tır. Fakat Sa´d´ın, Kureyza Yahudileri hakkında hakemliği mes´elesinde açık olarak görülemez. Çünkü aşikârdır ki, Benî Kureyza Yahudileri hak­kında hüküm verme işini, Hz. Peygamber Sa´d´m re´yine bıraktı, onun münasib göreceği hükme havale etti. Bunda yalnız onun görüşünü isabet­li bulduğundan dolayı ikrar ve tasdik etmek değü, belki de görüş ortaya atmadan önce Sa´d´ın vereceği hükme razı olma, kararı ona bırakma var­dır. Meğer ki, Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun), hakemliği Sa´d´a vermezden önce onun kararım sezmişti, densin. Kararın Sa´d´a bı­rakılması, onları bununla ilzam etmek için yapılmıştır. [12]

193- Şafii Istîhsanı Neden Almıyor

özet olarak diyebiliriz ki, Şafiî (Allah ondan razı olsun), şer´î hü­kümleri delilinden alma hususunda ancak bu iş için vaz´ olunmuş lâfız­ların delâletlerine, nasslara i´timad eder. O, Kitab ve Sünnetten başka­sına i´tibar etmez, Kitab ve Sünnetin nasslarmı muteber tutar. Eğer sa­rih bir nass bulamazsa, te´vü de yoksa, hakkında nass bulunan şeylerin vasıflarını, hükümlerin sebeplerini meydana çıkarıp sonra hakkında nasa bulunmayan şeylerden nassm illet ve vasfına en yakın olan ona kıyas edilerek aynı hükme katılır. Bu hususta ibarenin metnine bakılır. Bu, zevk işi değildir ve şahsî görüşle ügisi olmayan bir şeydir. Şafiî, şer´î hü­kümlerde şahsî anlayışa i´tibar etmez, belki dâima mes´elenin maddî ko­nusunu anlayışı muteber sayar. îstihsânı ibtâl ederken Şâfü bunu gözö-nünde tutmuştur.

Görmüyor musun, istihsânı ibtâl kitabında söze başlarken, bu dün­yâda gerîatın hükümlerinin zahir esaslara dayandığım söylüyor ve eseri yine aynı sözlerle bitiriyor, îstihsânm ibtâli hakkındaki sözünün başında şöyle diyor: “AHâhu Teâlâ insanlara hüccetlerini açık ve aşikâr olarak bildirerek dünyada kendileriyle teklif olunan hükümlerde ancak zahir ve aşikâr olanla âmil olmalarını buyurmuştur ve zahir olanın en iyisini asla aş­mamalarını bildirmiştir.” Bu konudaki sözünü şöyle bitirmektedir: “Gerek sânı yüce olan Allâhu Teâlâ´nın ve gerekse Hz. Peygamber´in vaz´ettikleri hükümler gösteriyor ki, bâzı delil emareleri bulunsa dahi bir hâkimin zan ile hüküm vermesi caiz olamaz. Hâkim ancak Allâhu Teâlâ´nın emri veçhile beyyine ile hüküm verir. Dâvâlının aleyhine bir hüccet varsa ve­yahut kendisi ikrar ederse ona göre hükmolunur…”[13]

îstihsân hakkında sözü şeriatta hükmün zahire göre olduğuyla baş­layıp öyle bitirmek, bizim şu tarzdaki anlayışımızı te´yid etmektedir ki, Şafiî istihsan ile ameli çürütürken şerîaü açıklamakta ve hüküm çıkar­makta maddî yönü mülâhaza etmiştir. îstihsâm şahsî bir anlayış i´tibar ederek onu almağı doğru bulmamış, hüküm çıkarmaya yararlı görmemiş­tir. Onun için, “îstihsân bir nevi´ zevktir.” Demiştir.[14]

İstîhsan Île Mesâlih-i Mürsele Arasında Bîr Mukayese; Şâfiî Neyî Reddedîyor

194- Şâfii, Hanefîyyenin Îstîhsan Delîlînî, Malikîlerin Mesalîh-i Mürsele Delîlînî Fıkhî Bîr Delîl Olarak Kabul Etmiyor:

îmam Şâfü, istihsan yoluyla içtihadı men´ederek onu şer´î delillerden saymamış, hüküm çıkarma yollarından bir yol olarak kabul etmemiştir. Muradı sözünden her ne kadar açıkça anlatıyorsa da, reddettiği istihsâ-nın hakîkatını beyan etmemiştir, Şafiî´ye göre hüküm verme delilleri: Ki­tab, Sünnet, icmâ´ ve kıyastır. Sahabeyi taklidi de kabul eder. Bunlardan başkasını istihsan addedip kabul etmez. îstihsâm fıkhı delülerden say­maz. Müctehid imamlardan bâzıları istihsânı ve mesâlih-i mürseleyi fı­kıh delillerinden sayarlar ki, Şafiî bu hususta onlarla münakaşa yapmış­tır, îstihsâm îmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe ile îmam Mâlik delil olarak almış­lardır. Mesâlih-i mürseleyi ise îmam Mâlik hüküm ve ietihad hususunda bir esas ve kaide olarak kabul etmiştir.

îstihsân ve mesâlih-i mürsele nedir Bunlar mezhebe göre başka başka tarif olunur. îstihsâmn hakikatim beyanda, taksiminde ve onunla büküm verme kaidelerini tarifte Hanefiyye fukahâsının tuttuğu yol ve usûl, Mâlikiyye fukahâsınınkinden başkadır. Öyleyse kısaca da olsa, her iki mezhebin tutumunu görelim ve önce Hanefiyyeden bağlayalım. [15]

195- Istîhsânın Târîfî, Îstîhsânın Kısımları:

Hanefiyye mezhebine göre yazılan usûl-ü fıkıh kitaplarının ibareleri istihsânın tarifinde birbirine uymamaktadır. Bir kısmı istihsânı şöyle ta­rif eder: îstihsan, kendisinden daha kuvvetli bir delil ile kıyası tahsîs etmektir. Bir kısmı şöyle der: îstihsan, kıyasın mûcebinden vazgeçerek daha kuvvetli bir kıyasa gitmektir. Bu tarifler istihsânın bütün nevi´leri-n! içine alan birer tarif değildir, nasıl ki istihsânın taksiminden bu anla­şılır. Ebû Hasan Kerhî istihsânı söyle tarif eder:

“îstihsan, ondan ayrılmağı îcâbettiren daha kuvvetli bir sebep yü­zünden bir mes´elede, emsaline verdiği hükmü vermekten müctehidin vaz­geçip başka bir hüküm vermesidir.”[16] Üç tarifin içinde en tam ve ea açık olanı belki de bu tariftir. Hanefiyyeye göre yapılan istihsânın bü­tün kısımlarına şâmildir. Bu ibare istihsâmn Özünü içine almaktadır. Zî-râ istihsan demek, arızî bir şeyden dolayı istisna yoluyla ıztırarî bir kaide olarak hüküm vermektir. Bu suretle hüküm, kaideye bağlılıktan daha ziyâde şeriata yakın olur. Yâni istihsan yoluyla bir mes´ele hakkında ve­rilen hüküm, kıyastan daha kuvvetli olur. İstihsânın sureti ve kısımları ne olursa olsun, o umûmi bir kaide karşısında cüz´î bir mes´ele hakkında ayn bir hüküm vermek demektir. Umûmî ve küllî kaideye bağlanmak su­retiyle şeriatın ruh ve mânâsından uzaklaşmamak için fakîh (müctehid) bu cüz´î hükme başvurur.

HanefUer istihsânı iki kısma ayırırlar: Biri kıyas istihsânıdır. Mese­lenin iki vasfı, iki illeti bulunduğundan birbirine aykırı iki kıyas îcâbetti-, rir. Bunlardan biri zahirdir, ilk bakışta akla yatkındır. Istılahı kıyas bu^ dur. Diğer illet ise kapalıdır. Hükmün diğer bir asla ilhakım icâbeder; buna istihsan nâmı verilir. Yâni böyle bir durumda fakîhin önünde iki asıl, esas vardır. Biri zahirdir, açıktır, illetin bulunduğu ve hakkında nass bulunmayan mes´elelerin hepsinde bu illet yürütülür, tesiri görülür. Diğer illet kapalıdır. Benzeri meselelerin hepsinde yürümez. Fakat bu mes´elede diğerlerinden ayrı olarak te´sirini gösterir. Bu hüküm istihsan yoluyla verilmiş olur. Buna kıyas-ı hafî = kapalı kıyas denir. Bunun için­dir ki, Şemsü´l-Eimme Serahsî istihsânın bu nev´i hakkında şöyle demek­tedir: “Gerçekten istihsanda iki kıyas vardır. Biri açık kıyastır, bunun te´sjri zayıftır, buna kıyas denir. Diğeri kapalıdır, eseri kuvvetlidir. Bu­na istihsan nâmı yerilir. Yâni iyi görülen bir kıyas demektir. Kıyasta tercih kapalılık ve açıklık bakımından değil, te´sir bakımından yapılır.”[17]

Usûlü fıkıh ulemâsı kıyasın bu türlüsüne örnek olarak şu mes´eleyi getirirler: Yırtıcı kuşların su içtikten sonra kalan artık sulan acaba temiz midir, değil midir Yırtıcı kuşların da etleri yenilmediğinden artıkları yırtıcı hayvanların artıklarına benzer. Yurtiçi hayvanların artığı murdar olduğundan, atmaca, kartal, karga gibi kuşların artığı da murdar olmak gerekir. Kıyasın îcâbı budur. Fakat istihsan yoluyla diğer kapalı bir kı­yasa yöneliriz. Yırtıcı hayvanların sularının artığının murdar olması ağızlarının ıslak olmasından, salyalarının akmasından dolayıdır. Salyalı ağızları suya temas eder. Etleri ise murdardır. Kuglara gelince bunlar suyu´gagalarıyla içerler. Gaga kemiktir, suya kemik olan gaga temas eder, murdar olan et değil. Öyleyse burada suyu murdar edecek bir şey yoktur. Şüphe yok ki, istihsan yoluyla yapılan kapalı kıyasın eseri daha kuvvetlidir. Çünkü bunda murdar olmakta te´siri olan vasıf belirtiliyor. Kıyasın gerçeğine bakıyor. Birincide ise zahir olan vasfa bakıyor. Ancak ihtiyat kabilinden olarak, yırtıcı kuşların artığı her ne kadar murdar değilse de kullanılması mekruhtur, dediler. [18]

Istihsânın Îkincı Kısmı

îstihsânm sebebi, yukarıda geçtiği üzere, eseri kuvvetli olan kapalı kıyas olmayıp da, kıyastan daha kuvvetli olan başka bir delil olursa, is-tihsâna gitmeği îcâbeden bu delil bakımından istihsânı üç kısma bölerler:

1- Sünnet istihsânı: Muayyen bir mes´elede kıyasın reddedilmesini îcâbeden bir Sünnet, bir Hadîs-i Şerif sabit olur. Nasıl ki, takdir olunan fiyatta alıcı ile satıcı ihtilâf ettiklerinde iki tarafa da yemin verilmesi böyledir. Kıyasa göre satıcının şahit getirmesi lâzımdı, şahidi yoksa ye-mîn yalnız alıcıya düşerdi. Çünkü satıcı ziyâde iddia etmektedir, alıcı da bunu inkâr etmektedir. Usûle göre beyyine davacıya, yemîn dâvâlıya dü­şer. Burada davacı durumunda olan satıcıya yemîn verilmesi kıyasa mu­haliftir. Fakat Hz. Peygamber´in şu Hadîs-i Şerîfiyle böyle yapılmaktadır:

“Alıcı Sle satıcı ihtilâfa düşerler, mal da ortada duruyorsa, ikisi de yemîn ederler.”

îşte daha kuvvetli bir delil olan Sünnetten dolayı burada kıyas bıra­kılmıştır.

2- lcmâ´ istihsânı: Bir mes´ele hakkında icmâ´ in´ıkâd etmiş oldu­ğundan kıyasın îcâbı terk olunur, tstisnâ´ akdi bu nevi´dendir. Kıyasa göre istısnâ´m bâtıl olması gerekir. Çünkü bu ma´dumu = mevcut olma­yan bir şeyi satmaktadır. Fakat insanlar her zaman bu akdi yapageldik-lerinden bu hususta icmâ´ vardır. Bununla kıyas terk olunmuştur. Bu, kıyastan daha kuvvetli olan bir delile dönmektir.

3- Zaruret istihsânı: Zaruret sebebiyle müctehid kıyası terk edip kıyasın îcâbindan başka türlü bir hüküm verir. Kuyuları temizlemek hükmü bu kabildendir. Çünkü necaset düşen bir kuyuyu temizlemek kıyasa göre mümkün değildir. Keşfü´l-Esrâr sahibinin anlattığı veçhile, “Havain, kuyunun içine su döküp onu yıkamak mümkün olmaz. İçlerindeki pis su da temizlenemez. Kaynayan temiz su da pis olan suya karışmakla pis olur. Hattâ su çekilen kova pis suya dalmakla o da pis olur. Böylece pis halde su çekmek için dalıp çıkar.” Bu bakımdan temizlenmesi imkânsızdır. Fa­kat zaruretten dolayı kıyasın mûcible amel bırakılarak temizliğine hükmo-lunmustur. Çünkü zaruretlere göre hüküm verilir. Zaruretler yasak olan. şeyleri miibah kılar. Onun için, Hanefî fıkıh kitaplarında anlatıldığı üze­re, necasetin nev´ine göre muhtelif kova mikdarı su çekmekle kuyunun temizlendiğine hükmetmişlerdir. Burada da şer´î bir delil ve küllî bir kai­de olan zarurete binâen kıyas bırakılmıştır. İnsanlara kolaylık olmak üze­re, yasak olan şeylerden bâzılari zaruretten dolayı mubah, sayılırlar.

işte Hanefiyyeye göre istihsan böyledir. Görülüyor ki, istihsan Şa­fiî´nin aldığı Kitab, Sünnet, icmâ´ ve kıyas delilleri arasına girmektedir. Onların dışında kalan bu türlü istihsânı çürütmez. Çünkü bu türlü istih­san hevese, zevke göre hüküm vermek değildir. Belki delillerin bâzısını diğerlerine tercih etmektir. [19]

196- Malikîlere Göre Îstihsânın Târîfî, Istihsan İle Mesalih-i Mürsele Arasındaki Fark:

Şimdi de Mâlikîlere göre istihsana geçelim. Onlara göre de istihsânın birçok tarifleri olduğunu görüyoruz. Bunlardan her biri aşağı yukarı di­ğer tarifin delâlet ettiği gerçeği ifade eder. Mâlikiyyenin bu tariflerinden bâzıları, Hanefiyyenin istihsânı tarifine uygun düşmektedir. İbnü´l-Arabî, Ahkâmü´l-Kur´ân adlı eserinde şöyle demektedir: “Bize ve HaneFıyyeye göre istihsan iki delilden daha kuvvetli olaniyle amel etmektir.”[20] Fakat bize öyle geliyor ki, İbnü´l-Arabî bu tarifi, iki mezheb arasındaki ıstılahın birbirine yakınlığım göstermek için zikretmiştir. Aşağıda açıklanacağı veçhile, Mâlikîlere göre istihsânın hakikati, Hanefîlerin istihsânından baş­ka türlüdür. Her ne kadar bâzı cüzi ve fer´î mes´eleler her iki mezhebin tarifine uyarsa da, mâhiyet, bakımından ayrıdırlar. Onun için Îbnü´l-Arabî başka yerde istihsânı şöyle tarif etmektedir: Delilin iktizasını istisna yo­luyla bırakmağı tercih etmek ve kıyasa aykırı gibi görünen şeye ruhsat vermektir.

istihsânı dört nev´e ayırır:

1- Örften dolayı delili terk etmek,

2- İcmâ´dan dolayı delili terk etmek,

3- Maslahattan dolayı delili terk etmek,

4- Kolaylık göstermek ve güçlüğü kaldırmak için delili bırak­mak.”[21]

Bu tariften ve bu taksimden görülüyor ki, istihsan: Örfe, maslaha­ta ve güçlüğü kaldırma esasına göre delilin iktizasından ayrılıp ruhsatla amel etmektir. Şâtıbî ve îbn-i Anbârî ise istihsânı şöyle tarif ederler: “istihsan, umûmî bir kıyas karşısmrla cüz´* maslahatı kullanmaktır.” Bu tarife göre İbn-i Anbârî, istihsânı yalnız Mâliki mezhebine münhasır gös­teriyor, îbnü´l-Arabi´nin tarifine i´tiraz ederek şöyle diyor: öyle anlaşı­lıyor ki, Mâliki mezhebine göre istihsan, yukarıda geçen mânâya değil­dir, belki umûmî bir kıyas karşısında cüz´î bir maslahatı alıp kullanmak­tır. O mesâlih-i mürsele ile istidlali kıyastan ileri tutmaktadır. Meselâ bir kimse muhayyer olmak üzere bir mal satın alsa, sonra da ölse, vâris­leri bu akdi kabul veya reddetmekte ihtilâfa düşseler, Eghep: Kıyasa gö­re, bu akid fesholunur, derse de, bir istihsan deliline göre akdi kabul edenlerin bir kısmı reddedenlerin payım kabul ederlerse bunu caiz görü­rüz. Satan kimse geri almaktan imtina´ ederse biz akdi nâfiş sayarız[22]

İbn-i Eüşd de bu tarife yakın olarak tarif etmektedir: “Kullanılması çoğaldığından kıyastan daha yaygın olan istihsan, hükümde asın gitme­ğe ve haddi aşmağa götürdüğünden dolayı kıyası bir yana bırakıp bu mes´elenin hükmünde müessir olan bir illetten dolayı ayrı bir hüküm ver­mektir.” Bu hüküm yalnız bu yere mahsus olur. Bu tarif imam Mâîik´in; “Kıyasa fazla dalan kimse Sünnetten ayrılmış olabilir.”[23] sözünün mânâ­sını da açıklamaktadır.

Şüphe yok ki, bu son tariflerin hepsi bir maksada doğru yönelmiştir. Şöyle ki: Mtictehid olan fakîh, mes´eleleri incelerken, onları hükme bağla­makta kıyasın ittıradına uyup onunla mukayyed olmaz. Bu fer´î mes´ele-de maslahata uygun olanı ve iyi gördüğünü almak onun fıkhî takdirine bırakılmıştır. Kitab ve Sünnetin nassma muhalif olmamak şartiyle uygun gördüğü hükmü verir. Bu bakımdan bu tarifler Mâliki ulemâsından bâzı­sının zikrettiği şu tarife yaklaşır: istihsan, ibareyle gösterilmesi mümkün olmasa da müctehidin dînin ruhuna uygun gördüğü bir delildir. Yâni bu­günkü tabiriyle, istihsan, kanunun ruhuna uygun harekettir. Bunda i´ti-^ad, müctehidin anlayış ve dirayetinedir, şeriatın küllî ve cüz´î mes´ele-lenni tam kavramasına bağlıdır. îstihsânm ibareden faydalanmaması de-m&k, maslahat cihetine delil göstermek mümkün değil demektir. Belki ı tımad edilecek ona mahsus fıkhı esas meydana koymak mümkün değil- r. îmanı Mâlik (Allah ondan razı olsun), istihsan iğin: “O, ilmin onda dokuzudur.” demiştir.

özet olarak diyebiliriz ki: Mâlikîlere göre istihsan: Fer´î mes´eleler-de maslahat cihetini gözetmek, faydalı olanı almaktır. Kitab ve Sünnet­ten bir nass bulunmadığı zaman muttarid kıyasın îcâbını bırakarak fer´î bir mes´elede ona uygun bir hüküm vermektir.

Bu bakımdan istihsan, mesâlih-i mürseleye yaklaşmakta ise de Şâtı-bî El-İ´tisâm´da bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu söyleyerek şöyle demektedir:

“Şayet bu mesâlih-i mürsele nev´indendir, yoksa istihsan bölümün­den değildir, denirse biz şöyle cevap veririz: ISvet, öyledir, ancak şu da var ki onlar istihsânı küllî kaidelerin bir istisnası olarak tasvir ederler. Mesâlih-i mürsele ise böyle değildir.”[24] Yâni istihsan, küİlî bir kaide, umûmî bir delil karşısında fer´î bir mes´eleyi onlaı-dan ayırıp istisnaî bir hüküm vermektir. Mesâlih-i mürsele ise böyle değildir. Mesâlih-i mürsele-de ondan başka bir delil bulunmaz.

Mâlikîlerin işte bu tarz istüısanlarını Şafiî kabul etmemektedir. Çün­kü bu, Kitab, Sünnet, icmâ´ ve kıyas gibi olmayan bir delil ile hüküm çı­karmak yoludur[25], imam Şafiî´ye göre şer´an istidlal bu dört delil ile olur, müctehid bunların dışına çıkmaz. [26]

197- Mesâlîh-i Mürsele Nedîr Ve Ne Zaman Şer´î Delîl Ola­rak Kullanılır

Hanefîlere ve Mâlikîlere göre istihsânın gerçek mahiyetini beyan et­tik ve her iki mezheb karşısında imam. Şafiî´nin tutumunun ne olduğunu bildirdik. Şimdi de îmanı Mâlik´in (Allah ondan razı olsun) alıp kullandı­ğı mesâlih-i mürseleyi beyan edelim, imam Mâlik´e göre mesâlih-I mürse­le demek, Şâri´m maksadına uygun olan mülayim hüküm yâni faydalı ve yararlı olan şeydir. Ancak bunun hakkında müsbet veya menfî olarak şer´î bir esas ve asıl gösterilmiş değildir. Kadı ve hâkime herhangi bir mes´ele arzolunduğu. zaman hakkında Kitab ve Sünnetten bir nass bula­mazsa, mes´eleyi hükme bağlamış bir icmâ´ da yoksa, dînin ruhuna, umû­mî gayesine uygun olarak maslahat gördüğü, yararlı bulduğu görüşü alır. Fakat burada maslahatı almağa veya ona i´tibar etmemeğe mahsus bir delil bulunmaz. Bu gibi yerlerde maslahat-ı mürsele ile hükmoîunur. Buna dâir bâzı Örnekler verelim:

1- Bir san´atçıya işlemek üzere bir mal verilse, elinde o mal zayi1 olsa onu tazmin etmesi lâzımdır. Hulefâ-yı Râşidîn böyle hükmetmişler, zayi´ olan malı ödetmişlerdir. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) bu hu­susta şöyle demiştir: “insanlar ancak buna lâyıktır.” Tazmin ettirmede­ki maslahat şöyle açıklanır: insanlar bir şey yaptırmak için san´at sahip­lerine muhtaçtırlar. San´atçıların elinde bâzı defa mallar zayi´ olur. Ek­seriya ihmal ederler, malı iyi korumazlar. San´at sahiplerine olan bu ih­tiyaçla beraber zayi´ ettikleri de tazmin ettirilmezse bu iki şeye götürür: Ya büsbütün san´atçıya bir şey yaptırmamak. Bunda ise halk için güç­lük vardır. Ya da malın zayi´ olduğu iddiasiyle tazmin ettirilmemesi sebe­biyle onların ihmali daha artar, hıyanete yol açılır, insanların, malları za­yi´ olur gider. Gnun için tazmin ettirmekte maslahat vardır. Burada taz­min ettirmede haksızlık vardır, beri olan bir kimseye ödetilmiş olur. Bel­ki de malı bozmamış, zayi olmasında taksir etmemiştir, denemez. Çünkü_ maslahat ile mazarret karşılaştığı zaman hangi cihetin gâlib olduğuna bakılır. Bir san´atçının ihmal ve kusuru olmaksızın malın zayi´ olması uzak bir ihtimaldir. Kusuru olduğu ciheti gâlibdir. Sonra bunda umûmî menfaati, husûsî menfaat üzerine tercih etmek de vardır.[27]

2- Mâlikîlerin getirdikleri diğer misâl şudur: Beytü´Imalde para kalmaz, ordunun ihtiyaçları çoğalır da bunu karşılayacak para ve mal bulunmazsa, o zaman Müslümanların reisi, adalete riâyet etmek şartiyle, zenginlerden bu ihtiyacı karşılamak üzere vergi alır. Beytü´lmâle gelir, bulunup yetecek kadar mal toplamncaya kadar bu devam eder. Bunda şu noktaya dikkat edilir: Zenginleri ürkütmemek için bu vergi mahsûlün ha­sadı ve meyvelerin toplandığı bir sırada alınır. Bunda gözetilen masla­hat şudur: Eğer sultan bu vergiyi zenginlere tarh edip toplamazsa, dev­letin kudreti sarsılır, kuvveti azalır, memleket fitnelere sahne olur, mem­leket kendisine göz diken düşmanların istilâsına mâruz kalır.

Burada birisi şöyle diyebilir: Müslümanların reisi böyle vergi tarh edeceğine Beytü´lnıâl için istikraz yapsın. Şâtibî buna da şöyle cevap veriyor: “Buhran zamanlarında istikraz, ancak Beytü´lmâl için gelir getire­cek bir şey umulduğu takdirde yapılır. Gelir getirecek bir cihet yoksa, gelir zaten azalmış bulunduğundan, yeni vergi tarhından başka yol yok­tur.”[28]

3- Bu hususta diğer bir misâl de şudur: Öldürülen bir kişiden ötü­rü kısas yoluyla birçok kimsenin öldürülmesidir. Bu da maslahat-ı mür-sl esasına dayanmaktadır. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten bir nass yoktur. Hz. Ömer b. Hattab´m böyle yaptığı naklolunmugtur. Bura­da gözetilen maslahat şudur: Öldürülmüş olan kimse masumdur, haksız yere amden öldürülmüştür. Onun kanım heder edip Öldürenleri cezasız bı­rakmak, kısas esasını bozmak demektir. Katilde başkasına yardım etmek; bu cürme katılmak, katlin vukuuna yardım etmek, vesîle olmak demektir. Bir cemâat katle iştirak ederse, hepsi kaatil vasfını aldığından kısasan hepsi öldürülür. Katil fi´linin cezası kısastır, bu fiil kaç kişiden südûr ederse onlar öldürülür. Katil fili bir şahsa izafe edildiği gibi kalabalık bir topluma da izafe edilir, katil fi´li bir cemâat tarafından işlendi diye cezasız bırakılmaz. Maslahat kısası îcâbeder.[29]

Şu cihet unutulmamalıdır ki, îmam Şâfü de, îmam Mâlik gibi bir ki­şinin katline iştirak edenlerin hepsinin kısasan katline hükmetmektedir. Fakat o buttu, Hz. Ömer´in hükmüne dayanarak söylemektedir. Çünkü o, nass bulunmayan yerde sahabeyi taklîd eder. [30]

198- Maslahat Delîü Muamelatta Muteberdir, Buna Dâir Örnekler:

îşte mesâlih-i mürsele böyledir, yukarıda gösterilen misâller bunu açıklamaktadır. îmam, Mâlik mesâlih-i rnürseleyi fıkhı delil olarak alır. Bu bakımdan Şafiî´nin görüşünü bildirmezden önce imam Mâlik´e göre mesâlih-i mürselenin esasını ve maksadım anlatmamız gerekiyor.

Mâliki mezhebinin usûl ve kaidelerini beyana girişen kitablardan an­laşılıyor ki, îmam Mâlik mesâlih-i mürsele delilini ibâdetlerde değil, âdet­lerde kullanıyor. Çünkü ibâdetlerde esas ve asıl taabbüddür. Şekillerin arasına bürünen mânâlara bakarak bunlar esas olarak alınıp Kur´ân´dan bir nass, Sünnetten bir eser bulunmayan hususta buna göre ibâdet teklif olunamaz, ibâdetlerin nevilerine, şekillerine ve vakitlerine bakarsak bun­ların taabbüdî olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki, ibâdetlerin ma”-kûl bir hikmeti bulunmaz. Bunun mânâsı şudur: Nass vârid olmadıkça bu hususta aklın bulduğu hikmet ve maslahatlar üzerine hüküm verile­mez, ibâdetler nassa dayanır. Aksi takdirde bid´at çıkarmak olur. Hal­buki İbâdetlerde istenen şey nassa tabi´ olmaktır. îmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) ibâdetlerde nasslara ve esere çok bağlıdır. Hattâ nassa bağlılığından ve ibâdette re´yden uzak kalmak istediğinden zekât verile­cek mallarda aynı yerine kıymetini vermeği men´etmiştir.

Âdetlere, muamelâta gelince, bunlardaki ma´kûl mânâlara, Şâri´in kasdettiği gayelere göre birtakım nasslar vârid olmuştur. Mükellef bu nasslardaki hikmeti anlar ve onların gösterdiği yola girer. Bu mânâların esası insanların dünya ve âhiret saadetini sağlayan maslahattır.

İnsanların dünya maslahatından murad, onların arzu ve heveslerine uygun düşen şey demek değildir. Belki de îslâm Dini´nin gayesine uygun olan maslahattır ki, o da faziletli bir cemâat, üstün bir toplum meydana getirmektir. Veyahut da şer´î tabiriyle: Dünya hayâtı, âhiret hayâtına geçiş için bir vasıtadır. Bu bakımdan mesâlih-i mürsele insanların heves­lerine uygun düşen demek değildir. Çünkü din insanları arzularının esiri olmaktan kurtarmak için gelmiştir, heveslerinin kucağına atmak için de­ğil! Kur´ân-ı Kerîm der ki: “Hak eğer onların arzu ve heveslerine uy­saydı, göklerle yer ve onlarda olanlar fesada uğrardı, bozulurdu.” Mükel­lef için faydalı olan bir şeyde bâzı zararlar da bulunabilir. Nasıl ki, za­rarlı şeylerde bâzı faydalar olabilir. Zarar ve fayda birbirine karışıktır. Bir şeyin zararlı ve faydalı olmasında gözetilecek cihet, umûmun masla­hatına uygun olmasıdır. Diğer bir cihetten, bu, dünya ve âhiretin direği olan maslahattır. Nefsin heves ve arzularına uygun olması demek değil­dir. Gerçekte fayda ve zarar zamana, mekâna, hattâ şahıslara göre deği­şen bir şeydir. Bir toplum için faydalı olan bir şey, başkalan için zararlı olur. Bir zaman için, bir durumda zararlı olan bir şey, başka bir zaman­da ve durumda zararlı olmayabilir. Bu, bizi şu neticeye götürür ki, din, umûmun nizâmını koruduğundan onun mu´teber tuttuğu maslahat müm­kün olduğu kadar çok kimselerin faydasına şâmil olmalıdır ve mümkün olduğu kadar çok zararı defetmelidir. Bu da gösterir ki, maslahat insan­ların heves ve arzularına uyarak ayarlanmaz[31]. Maslahatı takdir Şâri´in umûmî gayelerine bağlıdır. Dünya hayâtı ebedî saadet için bir hazırlık olduğundan bu bayat fazilet esası üzerine kurulur. [32]

199- Mesâlih-i Mürseleyî Almada Mâlik´in Kayıdları, Dinin Güttüğü Beş Gaye:

îmam Mâlik´e göre, ibâdetler hâriç, âdet ve muamelâtta şer´î hüküm­lerden maksat insanların maslahatını gözetmektir. Bu maslahatta husûsî değil, umûmî menfaat gözetilir. Ferdin değil, toplumun faydası korunur. Toplumun menfaatına aykırı olmadığı takdirde ferdlerin menfaati da gö­zetilir. Din; cam, nesli, dîni, aklı ve malı korumak için gelmiştir. Bunları korumak için zarurî olan veya ihtiyaç duyulan şeylerin hepsi, Sâri´ tara­fından muteber tutulan maslahatlardır. Bu hususta şayet husûsî bir nass vârid olmadıysa, o zaman küllî bir asla, umûmî kaideye râci´ olarak şer´î bir delil alınır. Sâri´ tarafından gelmiş bir nass olmayınca içtihada gidilir.

îşte îmam Mâlik (Allah ondan razı olsun), insanların muamelâtına dâir olan şer´î hükümleri bu esas dâhilinde anlamaktadır. Mesâlih-i mür-seleyi işte bu hudut dâhilinde almış ve onu çok kullanmıştır. Şâtıbî bu hususta şöyle demektedir: “Maslahata dâir mânâları anlamak için onları derinliklerine daldı da daldı, fakat Şâri´in güttüğü maksada riayetten asla ayrılmadı, dînin kurduğu asıllardan birini bozmadı. Bununla beraber ulemâ, onun maslahat konusunda böyle fazla ileri gitmesini dile doladılar, kapıyı çok geniş açtığını söylediler. Fakat gerçek böyle değildir. îmana Mâlik bu töhmetten çok uzaktır. O, fıkıh mes´elelerinde ittibâ´ yolunu seç­miş ve bunu beğenmiştir. Hattâ bâzılarına göre o, kendinden öncekilerin bir mukallidi gibi görünür. Gerçekte o, Allah´ın dîni hakkında baaîret sa­hibidir.”[33]

Mâlikî mezhebini inceleyenler görürler ki, mesâlih-i mürseleyi alır­ken imam Mâlik üç noktayı gözönünde tutmaktadır:

1-Aldığı maslahatın Şâri´in maksadına uygun olmasa. Bu masla­hat, şeriatın bir aslına ve dînî bir delile aykırı düşmemelidir. Bu masla­hatın muteber tutulması hakkında husûsî bir delil yoksa da, şer-i şerifin kasdettiği maslahatlara uygun düşmelidir.

2- Delil olarak alınan bir maslahat, ma´kûl münâsebetlere dayanan ve akla yatkın olmalıdır. Akıl onu tereddütsüz kabul etmelidir.

3- bu maslahatı almak, bir gerçeği ortadan kaldırmalıdır. Eğer ma´kûl olan bu maslahat yerinde alınmazsa, insanlar güçlük içinde kalır­lar. Halbuki Allâhu Teâlâ; “Dinde sizin için bir güçlük yoktur.” buyur­muştur. [34]

200- Ulemânın Çoğuna Göre Şafiî De Kısmen Mesâlîh-i Mürseleyî Almaktadır:

Mâlikiye kitaplarının îmam Mâlik´ten naklen anlattıklarına göre, ona göre mesâlih-i mürsele işte böyledir. Acaba imam Şafiî de bu konuda îmam Mâlik gibi mi diyor

Karafî, aym ismi vermeseler de, bütün islâm mezheblerinin füru´ mes´elelerde mesâlih-i mürseleyi aldıklarım iddia eder ve şöyle der: “Ger­çekte bütün mezheblerde maslahat-ı mürsele delili vardır. Çünkü onlar mes´eleler arasında münasebetlere bakarak mukayese ederler, ayırma ya­parlar. Bir ciheti muteber tutarken delil aramazlar, işte bu maslahat mürseleden başka bir şey değildir. Mesâlih-i mürsele ile amel edildiğini te´kîd eden şeyler de vardır. Meselâ Ashâb-ı Kiram, nazar-ı i´tibâre alın­ması gereken, benzeri bir delil yokken mutlak surette maslahat cihetim gözeterek birtakım işler yapmışlardır. Kur´ân-ı Kerîm´i Mushaf hâlinde toplayıp yazmak bu nevi´dendir. Bu hususta önceden verilmiş bir emir, benzeri bir iş yoktur. Hz. Ebû Bekr´in Hilâfeti Hz. Ömer´e bırakması da böyledir (Allah her ikisinden razı olsun). Bu hususta da bir emir ve ben­zer yoktur. Hz. Ömer´in Hilafeti Şûrâ´ya bırakması, divanlar, hükümet daireleri kurması, Müslümanlar için para kesmesi, hapishaneler yapması jıep maslahata binaendir. Medine´de Mescid-i Nebevi civarındaki vakıflar, Mescid-i Nebevi dar olduğundan Hz. Osman´ın onu genişletmesi maslaha­ta dayanır.”[35]

Karâfî´nin bu sözü şu i´tibarla doğru olabilir: Muhtelif mezhep sahip­leri fer´î mes´eleler hakkında hüküm verirken maslahat cihetini gözetirler ve ma´kûl münâsebetlere bakarlar. Vakıa bu fürû´u, fıkhî kıyasa bağla­mak için çalışır ve mücerret maslahata i´timat etmezlerse de, bu masla­hat daima gözönünde tutulur ve görüşte o hâkim olur.

Karâfî´nin bu iddiası, umûmî olması bakımından Şafiî´ye de şâmildir. Karâfî´ye göre imam Şafiî maslahat-ı mürseleyi almıştır. Bu umûmî hü­küm gereğince ondan başkası da almıştır.

Doğrusu, usûl-ü fıkıh kitaplarının ekserisi, Şafiî´nin mesâlih-i mürse-îeyi aldığını nakletmektedirler. Mesâlih-i mürseleyi alma hususunda ule­mânın ihtilâfı hakkında Esnevî şöyle diyor: “Bu hususta üç mezheb vardır. Birinciye göre maslahat mutlak surette muteber değildir. îbn-i Hâcib buna kaildir, muhtar olan budur. Âmidî, fukahânın ittifak ettiği doğru kavil budur, diyor, ikinciye göre mutlak olarak hüccettir, imam Mâlik´in bunu aldığı herkesçe meşhurdur, imam Harameyn de bunu ih­tiyar etmiştir. Ibn-i Hâcib diyor ki: Şafiî´nin de bunu aldığı naklolun-muştur. imam Harameyn de böyle demiştir. Ancak o bu mesâlih-i mür-selenin muteber maslahatlara benzemesini şart koşmuştur. Üçüncüye gö­re: Eğer maslahat; zarurî kat´î ve küllî ise muteber tutulur, öyle değilse muteber olmaz. Gazâlî´nin re´yi budur. Musannif (Beyzâvî) de bunu seç­miştir. [36]

Görülüyor ki, Esnevî, îbn-i Hâcib´den ve îmam Harameyn´den, Şa­fiî´nin mesâlih-i mürseleyi aldığını naklediyor. Ancak imam Harameyn, onun aldığı maslahatın, Şâri´in kabul ve takrir ettiği bir maslahata ben­zer olmasını şart koştuğunu söylüyor.

Kemâl îbn-i Hümâm´m tahrîrinde ve şerhinde mesâlih-i mürseleden bahsolunurken şöyle deniyor: “Şafiî ve Mâlik maslahata kaildirler. Eb-berî ise bunun sabit olmadığını söyler. Sübkî, îmam Mâlik´in mutlak su­rette mesâlih-i aldığı sahihtir, diyor. Şafiî, Mâlik´in dediği gibi demiyor. Muteber olan maslahatlara benzer bulduğu maslahata hükmü bağlamağı caiz görürse şer´an mukarrar aslı sabit olan hükümlere dayanan masla­hatı alır. îmam Harameyn de böylesini ihtiyar etmiştir.”[37]

Bakıyoruz ki, Şâtıbî î´tisâm´da Şafiî´den buna benzer sözler nakledi­yor. Ebû Hanîfe´ye de böyle bir şey nisbet ederek, şöyle diyor: “Mesâ-lih-i mürsele hakkında usûl-ü fıkıh, ulemâsı ihtilaf etmişler ve dört türlü kavil ortaya çıkmıştır,, Usulenlerin bir kısmı onu almayıp reddederler. Yâni bir asla istinad etmeyen maslahat muteber değildir. îmam Mâlik ise maslahatı delil olarak alır ve ona göre mutlak olarak hüküm verir. înıam Şafiî ve Hanefiyye´nin ekserisi sahîh bir asla müstenid olmasa da sabit asıllardan birinin ruh ve mânâsına yakın olmak sortiyle maslahat-ı mürseleyi alırlar. İşte imam Cüveytn´nin nakli böyledir. Bundan sonra dördüncü kavli açıklamaktadır ki, bu Gazâlî´nin görüşüdür ve yukarıda bunu nakletmiş, bulunuyoruz. [38]

201- Şafiî´nin Aldığı Mesâlih-i Mürsele Nedîr

Bu türlü kitaplar, Şafiî´nin mesâlih-i mürseleyi aldığını gösterir, na­killerle doludur. Fakat Şafiî delil olarak aldığı maslahatın icmâ´la veya nassla muteber olan bir maslahata benzer olmasını şart koşuyor, bunu kayıtsız bırakmıyor. Şafiî´nin Er-Risâle´sine baktığımızda buna geniş yer verdiğini görüyoruz. Kıyas babında şöyle diyor: “Kıyas iki türlüdür. Bi­risi şöyledir: Kıyas yapılan şeyde aslın illeti vardır. Bu kıyas şaşmaz. Diğerinde ise kıyas yapılan şeyin asıl illetlerden benzerleri bulunur. Bu, onlardan daha uygun olana ve en çok benzeyene kıyas edilerek onun hük­mü alınır.”[39] Icmâ´la muteber olan maslahatlardan birine benzeyen veya şer-i şerife müstenid olan bir emre uyan bir maslahatı almak, şüphesiz kî, ikinci kısımdandır. Buna göre bu kitapların naklettikleri, Er-Risâle´nin dediklerine uymaktadır. Fakat, îmam Şafiî bu türlü maslahatı, nass bu­lunmadığı yerde mesâlih-i mürsele delil olarak kabul edilir diye almış değildir. Belki ona göre bu maslahat, kıyas vecihlerinden birine uygun olduğundan muteber sayılmıştır. Bu bakımdan maslahat kıyasa girmek­tedir. Kendi kendine yer tutan müstakil bir delil olmayıp Kitab, Sünnet, icmâ´ ve kıyas nâmiyle toplanan dört delilin dışında kalmaz. Doğrusunu Allâhu Teâlâ bilir. [40]

——————————————————————————–

[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 274.

[2] Şafiî´nin bu delilini, El-Ümm´ün c. VII, s. 271´den özetledik.

[3] Bunlar Şafiî´nin El-Üm kitabının c. VI, 303 üncü, c. VH, 271 İnci sahife-den alınmıştır.

[4] Mücâdele Sûresi, Ayet: 1-4.

[5] Nûr Sûresi, Âyet: 6-9,

[6] Bu delili, EI-Ümm´ün c. VH, 271 inci sahifesinden aldık

[7] Şafiî, El-Um, c. VI, s. 205.

[8] Aynı eser, c. VII, s. 273,

[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 274-278.

[10] Şafiî, El-Üm, c. VI, s. 203.

[11] ŞâfİÎ, El-Üm, c. VI, s. 206.

[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 278-280.

[13] Şafiî, El-Üm, c. VH, e. 276

[14] Şâfii, Er-Riaâle, s. 482/705.

Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 280-281.

[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 281.

[16] istihsâlim bu üç tarifi için bak: Pahrü´l-Islâm Pezdevî, Keşfü´I-Esrâr adlı UsÛl-Ü Fıkıh hitabı, s. 1123.

[17] Fahrü´I-Islâm Pezdevî, Keşfti´l-Esrâr, s. 1126.

[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 282-283.

[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 283-284.

[20] Şâtıbî, Muvâfıkât, c. IV, s. 208; El-ftısâm, c. II, a. 310´da bu târifl alı­yor ye arayanın satışını buna misâl getiriyor. Çünkü buna kıyasa kargı Sünnetle ce-vaz verilmiştir.

[21] Şâtıbî, î´tisâm, c. n, s. 320/321.

[22] Şâtıbî, Muvâftkât, c. IV, s. 106, Ticariye tâb´ı

[23] Şâtibî, î´tisâm, c, II, s. 310.

[24] Şâtibî, I´tisâm, c. II, s. 324.

[25] Şâtıbî´nin, Ibn-i Anbârî´nin ve îbn-i Rüşd´ün tariflerinden çıkan budur. Ebttt´l-Arabî´nin zikrettiği iki delilden birincisi Hanefî mezhebine uygun düşmüştür. Çünkü İatihsânı, iki delilden en kuvvetli olanı almaktır, .diye tarif eder. ikinci tarif ise şöyledir: İcmâ´, örf, maslahata riâyet ve kolaylıktan dolayı kıyası bırakmaktır. Icmâ´dan dolayı kıyasla ameli bırakmak Şafiî mezhebine uyar. örften, maslahattan ve kolaylık göstermekten dolayı kıyasla ameli bırakmağı Şafiî, dört delil ile istid­lal dışına çıkmak sayar. Görüldüğü üzere Mâlikîlerin çogm, fbnü´l-Arabî´nin zikrettiği tarifi, istihsânın doğru bir yorumu olarak kabul etmezler.

[26] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 284-286.

[27] Şâtibî, I´tisâm, c. II, s. 292.

[28] Aynı eser, c. II, s. 298,

[29] Şâtıbî, l´tisâm, c. H, s. 302.

[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 286-288.

[31] Bak: Şâtıbî, Muvâfıkât, c. II, s. 26, Dimişkî tab´ı.

[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 288-289.

[33] Şâtıbî, î´tisâm, c. H, s. 311.

[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 289-290.

[35] Tahrir Şerhî, c. IH, s. 381

[36] Tahrir hamişinde matbu´ Usûl-i Esnevî, c. H, s. 113.

[37] Kemal îbn-i Hümâm, Tahrir şerhi, c. m, s. 150.

[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 290-292.

[39] Şafiî, Er-Risâle, s. 479,

[40] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 292.

Share.

About Author

Leave A Reply