Close Menu
    Facebook X (Twitter) Instagram
    Son Yazılar
    • Bir Geleneği Olmak Mahmud Erol Kılıç
    • Ramazan Risalesi
    • Tasavvuf Risalesi – Bediüzzaman
    • Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri
    • Şer’i Delil Karşısında Keşf ve İlham İddiası Geçersizdir
    • Keşif ve Keramet – Ali SÖZER
    • Tevessül ve İbni Teymiyye ‘ ye Dair
    • Tevessül Konusunda Doğru Tavır
    Facebook
    Haznevi.net
    • Ana Sayfa
    • Haznevi Ekolü
    • Şeyh Muhammed Haznevi
    • Şeyh Muhammed Muta
    • İSLAM
    • ENGLISH
    • İletişim
    Haznevi.net
    You are at:Home»Son Peygamber»Hendek Gazvesi

    Hendek Gazvesi

    0
    By admin on 31 Ekim 2015 Son Peygamber

    Hicretin beşinci yılı, Rebiül-evvel ayında yapılan Devmetül-Cendel gazvesinden 6 ay sonra yine hicri beşinci yılın Şevval ayında Hendek gazvesi yapılmıştır. Devmetül-Cendel gazvesi ile Hendek gazvesi arasındaki altı aylık boşluk döneminde, Peygamber (sav) efendimiz islam davetini tebliğ ediyor, müz­minlere İslamiyet´in topluma, fazilete, mali ve gayri mali mua­melelere dair prensiplerim öğretiyordu. Davetçilerini Arap bel­delerine gönderiyor, onların haberlerini topluyordu. Bir nur gibi, Arap beldelerinin ötelerine kadar yayılıyordu. O, rahat ve müsterih idi. Medine´ye saldıran hiçbir düşman onu rahatsız etmiyordu. Hak davetini yaparken, kendisine hıyanette bulu­nanlara aldırış etmiyordu. Bütün kabilelerden mü´minler teker teker yanına gelip saflarına katılıyorlar, yahut kendi kabileleri­ne ve milletlerine dönerek onları İslam´a davet ediyorlardı.

    Hz. Peygamberin çevresinde Huzaa Oğulları yahudileri var­dı. Bunlar O´na karşı tuzak kuruyorlardı. Her ne kadar bu düş­manlıklarını açıktan açığa yapmasalar da, Hz.Peygamberim düşmanlarıyla işbirliği yapıyor, müşriklerle ortak hareket edi­yorlardı. Sürgün edilen Nadir Oğulları´nın elçileri gibi hareket ediyorlardı. Aslında, gerek müşrik, gerek yahudi, gerekse hıris-tiyan olsun, bunların hepsi müslümanlara karşı tuzak kurmak ve müslümanları tamamen ortadan kaldırmak hususunda el­birliği yapan tek bir millettirler. Hz. Peygamber onlarla barış anlaşması yapıyor, ama onlara karşı tedbirli davranıyordu. On­lar ise Hz. Peygambere karşı tuzak kuruyorlardı. Fakat her de­fasında, Cenab-ı Allah bu tuzaklarını aleyhlerine çeviriyordu.

    Normal olarak bir ayı geçmeyen Muhammedi gazalara baktığımızda, bunların İslam davetinin toplam süresine nisbet-le çok az bir zaman tuttuklarım görürüz. Bunlar gelip geçici durumlara benzerler. Hz. Peygamber karşılaştığı düşman sal­dırılarım bertaraf etmek ve kendini savunmak için gaza yapar­dı. Sonra da rabbinin risaletini tebliğ etmeye koyulur, onun şe-riatini açıklardı. İslam dinini yahudilerle müşrikler karşısında delil ve hüccetle müdafaa ederdi. Tartışır, tebliğ eder, öğretirdi. Müminler onun hadislerini tekrarlar, onun amellerini, davra­nışlarını ve hareketlerini birbirlerine naklederlerdi. Böylece rî-saletin tebliği tamamlanmış oluyordu.

    Hendek Gazvesinin Sebepleri

    Olayların tarihi seyri, Kureyşliler´in tereddüde düştüklerini ve Hz. Muhammed (sav) ile beraberindeki güçlü mücahitlerin­den duyulan korku dolayısıyla yalnız başlarına savaşa gireme­yeceklerini gösteriyordu. Çünkü iki yıl boyunca Hz. Muham­med ile savaşmadan beklediler. Her ne kadar Gatafanlılar´la, diğer hainlik yapan kabileleri ona karşı kışkırttılarsa da, kendileri onunla karşılaşmaktan ve savaşmaktan korktular. Ölü­mün gerisinde bir hayatı bekleyen ve talep eden kuvvetli mü´minlerle vuruşmaktan ürktüler. Çünkü mü´minler şehit ol­mak için canlarını feda etmekten asla çekinmiyorlardı. Düş­man kabilelerden her biri tek başına mü´minlerle karşılaşmak­tan korkuyordu. Aslında hepsi şirk ve küfürde birleştikleri gibi, müslümanlarla savaşma hususunda da bir araya gelmeyi ve mü´minleri Medine´den söküp atmayı düşünüyorlardı. Amaçlan Medine´yi eskisi gibi, şirk ve yahudilik diyarı haline getirmekti.

    Şirke yardım etmek ihtiyacı doğunca, bu ihtiyaç onları bir araya gelip güç birliği yapmaya itti. Bunun üzerine Medi­ne´den kovulmuş olan yahudilerin önde gelenleri tedbir almaya ve müşriklerin safına girmeye başladılar. Böylece Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları´ndan bazı kimseler, müşriklerle bir­leştiler. Münafıklar da bu çağrılarında onları destekliyorlardı. Arkalarında Kurayza Oğulları da vardı. Yahudiler bu tedbiri alıyor, ya da bu tedbiri alanlarla müşterek hareket ediyorlardı.

    İbn İshak der ki: Başlarında Selam bin Ebi Hakik en-Nadri, Huyey bin Ahtab en-Nadri, Ki nane bin Rabi bin Ebi´l-Hakik, Hevze bin Kays el-Vaili, Ebu Ammar el-Vaili, Nadir oğullarından ve Vail oğullarından bir grupla bir araya gelerek Hendek savaşı için planlar kurdular. Hz. Peygamber´e karşı gruplar teşkil ettiler. Bu iş için Mekkeli Kureyşliler´in ya­nına geldiler. Onları Resulullah (sav) ile savaşmaya davet etti­ler ve “Onların kökünü kazıyıncaya kadar sizlerle beraber ola-cağızV dediler. Kureyşliler´se onlara şu karşılığı verdiler: “Ey yahudiler topluluğu! Siz ilk kitap ehlisiniz. Muhammed ile aranızda geçen dini ihtilaf hakkında bilgi sahibisiniz. Bizim dinimiz mi yoksa onun dini mi daha hayırlıdır ”

    Kureyşliler´in bu sorusuna, Tevrat´a ta”bi olduklarını iddia eden ehl-i kitap şöyle cevap verdiler: Tabii ki sizin dininiz onla-rınkinden daha hayırlıdır. Siz onlara nisbetle hakka daha ya­kınsınız!

    îşte görüldüğü üzüre, kin ve inatları, onları kafir olmaya sevketmiş, Allahü Teala da şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: Ken­dilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp inkar edenlere: “Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır, dediklerini görmedin mi îşte onlar, Allah´ın lanetlediği insanlardır. Allah, kimi lanetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamaz­sın” (Nisa: 51-52)

    Bu yahudiler, aslında destekçiye ihtiyaçları olan Kureyşli müşrikleri kışkırtmakla kalmadılar, aynı zamanda başlarında Kays bin Gaylan bulunan Gatafan kabilesine giderek, onları Hz. Peygamber´le savaşmaya çağırdılar. Kureyşin, yeryüzünde­ki bütün insanları etrafında topladığını söylediler.

    Nihayet Kureyşliler´le Gatafanlılar ve yahudilerle diğer müş­rikler bir raya gelip güç birliği yaptılar. Ebu Süfyan bin Harb´ın kumandası altında Medine´ye doğru yola çıktılar. Ga-tafanlılar´ın başında kumandan olarak Uyeyne bin Hısn var­dı. O, Fezara Oğulları´nın başındaydı. Mürre Oğulları´nın ku­mandanı ise Haris bin Avf el-Mürri idi. Diğer bazı kuman­danlar da kendi topluluklarını peşlerinde sürükleyerek Medi­ne´ye doğru yola çıktılar. Öte yandan Cenab-ı Allah, peygambe­rine, bu kafirlerle topyekun savaşmasını emretti ve mü´minlere yardım edeceğini vaa detti: “Onlar sizinle nasıl topluca savaşı­yorlarsa, siz de müşriklerle topluca savaşın ve bilin ki şüphesiz Allah takva sahipleriyle beraberdir.”

    Hz. Peygamber müşriklerin Medine´ye doğru yol almakta ol­duklarını, kendisine karşı büyük bir topluluk teşkil ettiklerini, plan ve tuzaklar kurduklarını haber aldı. Rivayete göre Ebu Süfyan, toplamış olduğu bu kalabalıkları Hz. Peygambere bil­direrek, haberci vasıtasıyla ona tehditte bulunmuş ve bu tehdi­dini içeren şöyle bir mektup göndermişti: “îmdi ey Muham-med sen bizim kahramanlarımızı öldürdün, çocuklarımızı ye­tim, kadınlarımızı dul bıraktın. Şimdi de kabile ve aşiretler bir araya gelerek seninle savaşmak, seni ortadan kaldırmak için güç birliği yapmıştır. Medine´nin hurmalıklarının yansını ve­rirsen ne ala, aksi takdirde sana, yurdunuzun harap olacağını ve kökünüzün kazınacağını bildiririm! Beyt-i Haram´da Lafa yardım etmek için Fezardan kabileler toplandı. Kureyşten ars-lanlar sana geliyor. Nişanlı atlar üzerinde ateş saçıyorlar)

    Bu mektup, Ibn Cerir et-Taberi´nin “Siret” kitabında nak­ledilmektedir. Bu mektuptan başka, Hz. Peygamber´e tehdit dolu haberler de geldiği halde, Peygamber Efendimiz bunlara aldırış etmemiştir. Çünkü o ve beraberindeki mü´minler, Allah´a güveniyorlardı. Hz. Peygamber, Ebu Süfyan´m bu mek­tubuna şu karşılığı vermişti:

    “Esirgeyen ve bağışlayan Allah´ın adıyla

    Ehl-i şirk ve nifakın, ehl-i küfür ve şikakın mektubu bana ulaştı. Ne demek istediğinizi anladım. Allah´a yemin ederim ki, size vereceğim cevap sadece mızrakların ucu ve enli kılıçların keskin ağzıdır. Geri dönün. Yazıklar olsun size! Putlara tapmakla bir şey elde edemezsiniz. Keskin kılıçların darbeleri­ni, sivri okların açtıkları yaraları ve yurtlarınızın harap edile­ceğini müjdeliyorum. Kökünüz kazınacaktır. Hidayete tabi olanlara selam olsun.”

    Seçili ifadeler taşıdığından dolayı bu mektubun Hz. Peygam­bere ait olduğu şüphelidir.

    Gelen bütün tehditlere rağmen, Hz. Peygamber, hazırlığını sürdürdü. Sahabilerini toplayıp, bu büyük müşrik gücüne karşı ne yapacakları hususunda onlarla istişarede bulundu. Sahabi-lerin çoğunluğu Medine dışına çıkmayı ve böylece onların Medi­ne´ye girmelerine engel olmayı ileri sürdüler. Özellikle Kurayza Oğullan mü´minlere yakın mevkide bulunduklarından dolayı, müslümanların arkalarını boş bırakmamayı telkin ediyordu. Bu iki görüş de tatbike müsait değildi. Şu halde Allah´ın zaferi gelinceye kadar -ki Cenab-ı Allah, zafer vaadetmişti- koruyucu önlemler almak gerekiyordu. Cenab-ı Allah zaferi vereceğini şu ifadelerle vaad etmiştir: “Mü´minlere yardım etmek, bize hak olmuştu.” (Rum: 47)

    Hz. Peygamber, ashabıyla istişare etti. Selman-i Farisi, ile­ri çıkarak Hendek kazılması tavsiyesinde bulundu. Farsların savaşlarda, kendileriyle saldırgan kuvvetler arasına hendek kazdıklarını anlattı. Musa (a.s.) zamanında da öyle yapılmıştı. Hz. Peygamber bu görüşü benimsedi. Hendek kazma usulü, Araplar arasında bilinmiyordu. Hendek düşüncesi onların kafa­larına yattı ve faydalı olacağı düşünüldü. Bunun üzerine Hz. Peygamber, derhal hendek kazmaya başladı. Müşrik orduları geldiklerinde, kendileriyle hedefleri olan Medine arasında müs-iümanlar tarafından kazılmış olan hendeği bulacaklardı.

    Hendeğin Kazılması

    Bütün Medineliler´in hendek kazma işine katılmaları gereki­yordu. Çünkü gelecek olan saldırı ayrım gözetmeksizin bütün Medineliler´i hedef alıyordu. Buna rağmen müna-fıklar, Hen­dek kazma işinden geri durdular. Zayıf olduklarını ileri sürerek Hendek kazma işinden muaf tutulmalarını istediler. Aslında bedeni bakımdan zayıf değllerdi, fakat kalplerindeki imanları zayıftı. Fakat içlerinden bazısı Hendek kazma işine katıldı. Ama iş şiddetlenince, gizlice sıvışıp kaçmaya başladılar. Çünkü onlar Hz. Peygamber´e yardım etmek ve ona yapılan yardıma katkıda bulunmak istemiyorlardı. Yaşamakta oldukları Medi­ne´yi tahrip etmekten kurtarmak için bile olsa, Hz. Peygam­ber´e yardım etmek, onların hoşlarına gitmiyordu. Müzminlerin yenilgiye uğraması için müşriklerin Medine´yi yıkmasını bile göze alıyorlardı. Allahü Teala onlarla ilgili olarak şöyle buyur­muştur:

    “Doğrusu Allah´a ve peygamberine inanan mü´minler, Pey­gamberle beraber bir işe karar venmek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler. Ey Muhammedi Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah´a ve Peygamberine inananlar­dır. Bazı işleri için senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver. Allah´tan onların bağışlanmalarını dile. Allah şüphe­siz bağışlar, merhamet eder. Peygamberin çağrısını kendi ara­nızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah, içinizden sı­vışıp gidenleri şüphesiz bilir. O´nun buyruğuna aykırı davra­nanlar, başlarına bir belanın gelmesinden veya acı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur. 62-63)

    Bununla birlikte, işin başlangıcında münafıkların bir kısmı hendek kazma işinden geri durdular. Diğerleri ise çalışmak için gittiler. Fakat kazma işine başladıktan sonra geri dönmeleri daha kötü bir etki yaptı. Çünkü başladıktan sonra çekip gitme­leri, orada çalışmakta olan mü´minlerin güçlerini zayıflatıyor­du, îş gerçekten de çok zordu. Fakat sadık mü´minler hendek kazma işinde bütün çabalarını sarfettiler. Hz. Peygamber de, onlarla birlikte hendek kazıyor ve olanca gücüyle çalışıyordu. Öyle ki, mübarek vücudu toz toprak altında kalıyordu. îşi gev-şetenlerin gayreti, onu işten alıkoymuyor* azmini kırmıyordu. Mü´minlerin: “Sen çalışma ey Allah´ın Resulü biz senin yerine çalışırız” elemelerini de kabul etmiyordu. Davranışlarıyla, ken­disinin de sevap kazanma hususunda onlardan geri kalmayaca­ğını göstermiş oluyordu.

    Hendek kazma işi gerçekten zor ve yorucu bir işti. Fakat mü´minler bu işe sevinç ve istekle sarılmışlardı. Çalışırken şiir­ler söylüyorlardı. Hz. Peygamber de onların şiiirlerinin son cümlelerine katılıyor, müzminleri harekete getirecek sözler söy­lüyordu. Rivayete göre o şöyle buyurmuştur: “Allah´ım! Gerçek hayat ahiret hayatıdır. Ensar ile muhacirleri bağışla.” Onun bu sözleri mü´minleri gayrete getiriyor, onların hislerine tercü­man oluyordu.

    Mü´minler şu şiirleri söylüyorlardı:

    “Bizler Muhammed´e biat ettik.

    Hayatta kaldığımız sürece müslüman kalacağız.”

    Okudukları şiirlerden biri de şu idi:

    “Andolsun ki, sen olmasaydın ey Resul, biz doğru yolu bula­mazdık.

    Doğruyu söyleyemez, sadaka veremez, namaz kılamazdık.

    Rabbimiz üzerimize huzur indirsin.

    Düşmanla karşılaştığımızda bize sebat versin

    Düşmanlar bize hücum ettiler.

    Onlar bize fitne vermek istediler Biz yanaşmadık.”

    Hendek kazarken mü´minler, gerçekten de büyük zorluklarla karşılaşmışlardı. Çünkü bu işe çok şiddetli bir günün sabahın­da başlamışlardı. Bu işi sahabileri arasında paylaştırmıştı.

    Her bir sahabiye belirli uzunluktaki bir yeri kazmalarını em­retmişti. Ancak hendek kazma usulünü müslümanlara telkine-den selman Farisi´yi, sahabiler paylaşamamışlardı. Her gru­bun Selman´ın kendilerine katılmasını istemeleri karşısında Hz. Peygamber: “Selman bizim ehl-i Beytimizdendir” diyerek ihtilafa son vermişti.

    Bu iş gerçekten de zordu. Mü´minlerin yeter miktarda azık­ları da yoktu. Çünkü sahabilerin çoğunluğu işlerini bırakarak hendek kazma işiyle meşgul olmuşlardı. Hem zor bir işle uğra­şıyor, hem de açlıktan kıvranıyorlardı. Ama kalplerdeki iman bütün zorlukları azaltır, şiddetleri hafifletir. Sabır, dayanma gücünü artırır. Allah´ın gözetmesi ve koruması, her türlü şiddet ve sıkıntının üstündedir. İbn. İshak ve diğer rivayetçilerin anlattıklarma göre, o zorlu işin yapıldığı esnada Hz. Peygamber, birçok harikalar ve mucizeler göstermiştir. Hatta sahabilerin çoğu da olağanüstü şeyler göstermişlerdi. Fakat Hz. Peygamber onların başındaydı. İbn ishak der ki: Hendek kazma işinde Hz. Peygamberin nübüvvetini güçlendirici olağanüstü bazı olaylar olmuş ve müslümanlar da bu harikaları gözleriyle açık bir şekilde görmüşlerdi. Mesela Cabir bin Abdullah´ın anlat­tığına göre, kendisi hendeği kazarken bir ara büyük bir kaya parçasıyla karşılaşmış ve bütün çabalarına rağmen onu bir tür­lü kıramamıştı. Bunun üzerine durumu Hz. Peygambere bildir­di. Hz. Peygamber su kabının içine tükürdü ve sonra da Cenab-ı Allah´ın nasib ettiği şekilde dua etti. Arkasından kabdan bir miktar su alarak o büyük kaya parçasının üzerine serpti. Ca­bir, şöyle diyor: “Onu hak ile peygamber olarak gönderen Al­lah´a yemin ederim ki, o büyük kaya parçası çatlayıp dağılma­ya başladı. Sonunda bir kum yığını haline geldi.”

    Bir başka rivayette de, îbn İshak şöyle der: Selman el-Fa-risi´nin anlattığına göre, o, hendek kazarken büyük bir kaya parçasıyla karşılaşmış. Bir türlü o kayayı kıramamış ve yerin­den oynatamamış. Selman şöyle demiş: “Ben o kaya parçasıyla uğraşırken Resulullah (sav) benim yakınımdaydı. Kaya parça­sıyla uğraştığımı ve ter döktüğümü görünce yanıma geldi. Kaz­mayı elimden alıp kayaya bir darbe vurdu ve kazmanın altın­dan büyük bir kıvılcım çıktı. Sonra ikinci kez kayaya vurdu ve yine aynı şekilde kazmanın altından bir kıvılcım çıktı. Üçüncü kez kayaya vurduğunda yine aynı şey oldu. Dedim ki: “Anam babam sana feda olsun. Şu kazmanın altından çıkan parlaklık neydi ey Allah´ın Resulü ” Bana cevaben şöyle buyurdu:” Sen onları gördün mü ey Selman ” “Evet” dedim. Yine bana şöyle karşılık verdi: “Birinci parlaklık ile Cenab-ı Allah bize, Ye-men´in fethini, ikinci kez gördüğün parlaklık ile de Şam ve Mağrib ülkelerinin fethini nasip etti. Üçüncü kez gördüğün parlaklık ile de doğu ülkelerinin fethini nasib etti.”

    Birbirine uymayan bu iki rivayette de kaya parçasının görül­düğü ve Hz. Peygamber tarafından parçalandığı kabul edilmek­tedir. Rivayetlerden ilkini Cabir, ikincisini de Selman el-Fa-risi nakletmiştir. Her ikisinde de Hz. Peygamberin izhar ettiği bir mucize vardır. Birinci rivayete göre Hz. Peygamber kendi tükrüğüyle karışık suyu kayaya serperek onu eritmiş ve adeta kum yığını haline getirmiş, ikinci rivayete göre de onun vurdu­ğu darbelerle Cenab-ı Allah ümmetinin Yemen ve ötelerini, Şam ve öteleriyle birlikte Mağrip ülkelerini, üçüncü vuruşuyla da doğu ülkelerini Hind ve Çin mıntıkalarını fethedeceklerini önceden haber vermiştir.

    Biz mucizeleri inkar etmiyoruz. Hele Hz. Peygamberin gös­terdiği mucizeleri inkar etmemiz mümkün değildir. Ancak bu­rada şunu vurgulamamız gerekiyor: Cenab-ı Allah´ın, elçisi Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla ortaya koyduğu bu mucizeler, O´nun insanlığa meydan okuduğu mucizeler değildir. O´nun, in­sanlığa meydan okuduğu en büyük mucizesi Kur´an-ı Ke-rim´dir. Bütün alemlere meydan okuyarak O´nun bir benzerini getirmelerini istemiştir. İnsanlar ve cinler birbirlerine destek olsalar bile Kur´an-ı Kerim´in bir benzerini getirmeleri müm­kün değildir!

    Açlık ve Yemek

    Daha önce de belirttiğimiz gibi, hendek kazma işi, aslında çok zorlu ve zahmetli bir iş olduğu için, mü´minler bu işi yapar­ken büyük güçlüklerle karşılaşmışlardı. Özellikle Medine´den uzak oldukları için çok büyük bir açlık belasıyla karşılaşmışlar­dı. Ayrıca rızıklarını temin etmek için çalışacak zamanları da kalmamıştı. Kazı işini bırakacak durumda değillerdi. Açlıkla karşılaşmışlardı ama Allah yolunda cihad etmek, nefislerin gı­dasıdır. Bu uğurda bedenleri yorulsa ve halsiz düşse de, umur­larında değildi. Çünkü onlar Allah katındaki sevap ve mükafat­ları istiyorlardı.

    Hz. Peygamber sabır ve metanetle açlığa dayanma hususun­da ümmeti için en güzel bir örnektir. Öyle ki, hendeği kazarken açlığın şiddetine dayanabilmek için karnına taş bağlamıştı. Buhari, Cabir ´in hendekte karşılaştığı büyük kaya parçasına dair söylediklerini şöyle rivayet eder: “Hendek gününde bizler, bir çukur kazıyorduk. Büyük bir kaya parçasıyla karşılaştık, çok sertti, kıramıyordum. Arkadaşlar Hz. Peygambere giderek: “Ey Allah´ın Resulü hendekte bir taş çıktı, onu kıramıyoruz” de­diler. Hz. Peygamber karnına taş bağlamış olduğu halde taşa doğru yürüdü. Biz o halde hiç bir şey tatmadan, yemeden içme­den üç gün süreyle hendekte çalıştık.” Evet, sahabiler işte böyle bir açlıkla karşı karşıyaydılar, ama yine de dayanıyor ve ancak çok dindar ve metin kimselerin yapabileceği gibi gayret sarfedi-yorlardı. Hendek gününde, az miktardaki yemekle çok sayıdaki sahabilerin karınlarını doyurdukları konusunda birçok mucize­ler görülmüştür. İbn İshak, Hz. Peygamber sayesinde, yeme­ğin bereketlendiğine dair iki rivayet nakletmektedir:

    1- Beşir´in kızının hurmalarının bereketlenmesi: İbn İshak bunu şöyle nakleder: “Beşir bin Sad´ın kızı dedi ki: Annem Ant­re binti Reuaha bana bir zenbil hurma verdi. Sonra dedi ki: “Kızım, bu hurmaları baban ile dayın Abdullah bin Revaha´ya götür, bunu yesinler. Ben hurmaları alıp onlara götürürken Re-sulullah´a uğradım. Ondan dayım ve babamı sordum. Bana: “Gel kızım, yanındaki nedir ” diye sordu. Hurma getirdiğimi söyledim. Onu annemin, babam Beşir bin Sad ile dayım Abdul­lah bin Revaha´ya yemeleri için gönderdiğini belirttim. Resu-lullah, hurmaları kendisine vermemi istedi. Ben de avucuna boşalttım. Ama hurmalar onun avucunu bile doldurmadı. Son­ra bir bez getirmelerini emretti. Sahabiler bir bez getirdiler. Hurmaları bezin üzerine yaydı ve bir dua okudu. Bunun üzeri­ne bezin üzerindeki hurmalar çoğalmaya başladı. Sonra da hendekte çalışanları çağırmaları için bir adama emir verdi. O adam da hendekte çalışmakta olan sahabilere seslenerek hur­ma yemeleri için gelmelerini istedi. Orada çalışanların hepsi hurmanın etrafına gelip toplandılar, yemeye başladılar. Hur­malar yendikçe artıyordu. Bütün çalışanlar doyduktan sonra, yine de hurmalar o bezin etrafından dökülüyordu”

    2- İbn İshak, Cabir bin Abdullah´ın şöyle dediğini rivayet eder: t(Benim zayıf bir oğlağım vardı. Bunu Resulullah için ke­sip yemek yapsak diye düşünmüştüm. Hanımıma emir verdim . Bizim için biraz arpa öğüttü, arpa unuyla ekmek yaptık. Sonra da oğlağı kestim ve Resulullah için pişirdim. Akşam olunca Re­sulullah (sav) hendekte çalışan sahabilerle birlikte işi bıraktı. Ben de: “Ya Resulullah! Senin için bir oğlak kestik. Onu yemek yaptık. Rızan olursa evimize gelmeni isterim” dedim. Ben sade­ce Resulullah´ın gelmesini istemiştim. Bu teklifi kabul etti. Son­ra orada bulunan sahabilere de seslenerek, onların da evimize gelmelerini istedi. Ben, yemeğin yetmeyeceğinden korktuğum için “Allah´tan geldik ve O´na dönücüyüz” dedim. Hz. Peygam­berle, beraberindeki sahabilerin tümü evimize geldiler. Oturdu­lar, yemeği Önlerine koyduk. Hz. Peygamber yemeğin üzerine bereket duası okuyup besmele çekti ve yemeye başladı. Berabe­rindeki sahabiler de onunla birlikte yemeye başladılar. Bir grup yemeği yeyip kalkıyor; arkasından ikinci grup geliyordu. Böylece hendekte çalışanların tümü doyup kalktılar. O cılız oğ­lak, hepsini doyurmuştu.”

    Bu rivayetlerin ikisi de, Hz. Peygamber tarafından o gün iz­har edilen bir mucizeyi bildirmektedirler. Bu anlattıklarımız­dan başka, Hz. Peygamberin nice mucizeleri vardır. Örneğin hicret yolunda iken Ümmü Mabed´in evine uğramış, onun sof­rasında yemek yemiş ve buna benzer bir mucize daha izhar et­mişti. Ayrıca bu rivayetler Hz. Peygamberle beraberindeki sa­habilerin az yemekle ne kadar zorlu işler başardıklarını ve aç­lık musibetiyle mübtela olduklarını da gösteriyor. Yine bu riva­yetler çok önemli bir hususa da işaret ediyorlar. Müslümanlar arasında yardımlaşma duygusu hakimdi. Birbirlerinden ayrıl­mıyorlardı. Birisi bir yerde yiyecek görünce, tek başına yemi­yor, diğer kardeşlerini de davet ediyordu. Hz. Peygamberin ge­tirdiği hidayeti ve hikmeti sayesinde mü´minler, birbirlerine yardımcı olma faziletini de öğrenmişlerdi.

    Düşmanla Karşılaşma

    Kureyşliler´le beraber Kinane, Tihame ve Habeşli kabileler büyük bir yekun teşkil ederek Medine´ye doğru yol almaya baş­ladılar. Cüruf ile Zegabe denilen yerler arasındaki Revme mın­tıkasında konakladılar. Gatafanhlar´la beraberindekilerse, Uhud tarafında konakladılar. Kureyşliler´in sayısı dört bini bu­luyordu. Kendileriyle müttefik olan diğer gayrı müslimlerin sa­yısı ise altı bine ulaşıyordu. Ancak bu gurupların kumandanla­rı ayrı ayrıydı. Kureyşliler´e Ebu Süfyan bin Harb kumanda ediyordu. Gatafanlılar ise Uyeyne bin Hısm´ın kumandası al­tındaydılar. Mes´ud bin Rahile´nin kumandası altındaki Eşca kabilesi de dörtyüz kişi kadardı. Süleym oğulları ise yediyüz ki­şi olup Süfyan bin Abdü Şems´in kumandası altındaydılar.

    Bu gelen müşrik ordusunun hepsi için tek bir plan uygulayacak ve herkesin kendisine uyacakları bir tek kumandanları yoktu. Her kavmin başında kendilerinden olan bir kumandan vardı. Bu, kavimler için aslında faydalı bir şeydi. Ama ortada hepsi için ortak taktik belirleyecek olan bir kumandanın bulunması gerekiyordu. Fakat yine de bunlar ihtilafa düşmemişlerdi. Çün­kü hepsi birlikte Medine´ye gelmişler, fakat topluca ya da dağı­nık bir şekilde medine´ye hücum etme imkanını bulamamışlar­dı. Bu da onların hezimete uğramalarına sebeb olmuştu. Çün­kü Cenab-ı Allah rüzgar estirerek ve müşriklerin kalblerine korku salarak mü´minlere yardım göndermişti. Bunlar Medi­ne´ye saldıracaklarını zannederek gelmişlerdi. Mü´minlerin kö­künü kazıyacaklarını, kadınlarını esir alacaklarını tahmin edi­yorlardı. Fakat müslümanlar tarafından kazılan hendek, onla­rın doğrudan doğruya Medine´ye girmelerini engellemişti. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış oldukları için bunun bir Arap planı olmadığını biliyorlardı. Bu sebeple Muhammed ile ashabına saldırmanın pek kolay olmadığını görmüşlerdi. Ye­niden bir plan kurmak ihtiyacında olduklarını anladılar. Medi­ne´ye girmek için başka bir yol ve geçit aradılar. Çünkü kendi­leri gibi kalabalık bir ordunun bu hendekten Medine´ye geçme­sine imkan yoktu.

    îşte bu esnada dağınık müşrikleri bir araya getirmiş olan Huyey bin Ahtab harekete geçti. Her ne kadar müşrikler tek bir kişinin kumandası altında olmasalar da Huyey onları bir­leştirmek için çalıştı. Kurayza Oğulları´nın kendilerine katıla­cağını söylemişti. Böylece onlar mü´minlerin başına bir bela ge­tireceklerini zannetmişlerdi. Huyey mü´minleri arkadan kuşat­mak ve böylece müşriklerin Medine´ye girmeleri için geçit sağ-´ lamak maksadıyla işe girişti. Müşrikler üstten, Kurayza Oğul­ları da alttan vuracaklardı. Fakat kurayza Oğulları öyle savaş­çı kimseler değillerdi. Yaşamaya tutkundular ve yahudilere benziyorlardı. Nitekim onlarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Onların hayata diğer insanlardan daha düşkün olduklarını görürsün” (Bakara: 96) Huyey bin Ahtab, Kuray­za Oğulları´nm lideri olan Kab bin Esad El Kurazi´nin yanı­na gitti. Kab, Hz. Peygamberle muahede yaparak ona saldırmamaya söz vermişti. Başlangıçta Kab, Huyey bin Ahtab´ı

    şiddetle reddetmiş ve: “Sen uğursuz bir adamsın. Ben Mu-hammed´le muahede yaptım. Aramızda yapılan muahedeye riayetsizlik etmeyeceğim. Çünkü ondan vefakarlık ve sadakat­ten başka bir şey görmedim.” demişti. Huyey, onun yiğit bir adam olduğunu söyledikten sonra kendisine kapıyı açmıştı.

    Şimdi de olanların ne şekilde cereyan ettiğini, nefisleri nasıl etkilediğini anlatalım. Huyey şöyle demişti: “Yazıklar olsun sana ey Kab! Ben sana zamanın şeref ve onuruyla, engin bir de­nizle geldim. Kureyş´le birlikte geldim. Onların başlarında ku­mandanları ve liderleri vardır. Önde gelen insanlarıyla birlikte Revme´de, sellerin birleştiği yerde konakladılar. Gatafanlılarla birlikte sana geldim. Başlarında kumandanları ve efendileri vardır. Onlar da Uhud´un bir yanıtta konakladılar. Muham-med ile beraberindeki müslümanların kökünü kazımadıkça buradan ayrılmama hususunda bana söz verdiler ve benimle akidleş tiler.”

    Kab, ona şöyle cevap verdi: “Vallahi sen bana zamanın zilletiyle geldin. Suyu tükenmiş bir bulutla geldin. Oysa ben Muhammed´den, vefakarlık ve sadakatten başka bir şey görme­dim.”

    Huyey onu birtakım sözlerle kandırmaya çalıştı. Sonunda Kab, onun sözlerine kulak vermeye ve isteklerini yerine getir­meye başladı. Böylece yahudinin karekteri açığa çıkmış oluyor­du. Çünkü yahudiler hiçbir ahde, şeref ve kerametle yaklaş­maz, verdikleri sözde durmazlar. Onlar sadece korktuklarında sözlerini yerine getirirler. Huyey, kuvvetin Kureyşlilerde oldu­ğu hususunda onu ikna edip geleceğini teminat altına alınca, Kab ona uydu: Huyey şu garantiyi vermişti: “Eğer Kureyşli-lerle Gatafanlılar Muhammed´e bir darbe indirmeden geri dönerlerse, ben de seninle birlikte kalene girerim. Sana gelecek darbelere seninle birlikte göğüs gererim.”

    Kab, onun bu sözleriyle tatmin olmuş ve ahdi bozmuştu. Za­ten sözünde durmamak onun yapısında olan bir şeydi. Daha Önce Hz. Peygamberle yapmış olduğu anlaşmaya riayet etmiş­ti, ama bu korkusundan dolayı olan bir şeydi. Düşmanlık onun nefsine uygun bir huy idi. Bunun üzerine Kurayza oğulları Mekke taraflarından gelen düşman gruplarına katıldılar. Bu da Huyey ile Kab arasında yapılan konuşma neticesinde ger­çekleştirilmişti. Huyey, bu katılma haberini kureyşliler ve be-raberindekilere ulaştıracaktı. Fakat bu haber kısa sürede Hz. Peygamber´e ulaştı. O tetikte durduğu için, hep tedbirli davra­nıyordu. Bu haberin gerçekliğini araştırdı. Emin olmak istedi. Çünkü haber, gözle görmek gibi değildir. Bunun üzerine Ku­rayla Oğullarına Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri olan Sad bin Muaz ile Sad bin Ubade´yi gönderdi. Revaha oğlu Abdul­lah´ı da yanlarına verdi. Onlara: “Gidin ve Kurayza Oğulları­nın bu durumlarının gerçek olup olmadığına bakın. Eğer ger­çek ise bize bir işaret verin ki, bilelim. Eğer gerçekse bunu in­sanlar arasında yaymayın. Çünkü duyanları ümitsizliğe düşü­rebilir. Eğer bu haber yalansa ve onlar ahde vefa göstermişler-se, bunu da insanlar arasında açıkça ilan edin” demişti.

    Bu araştırmacılar Kurayza Oğullan´na gittiler. Onların çok rezil ve kötü bir durumda olduklarını, Hz. Peygambere hıyanet yaptıklarını gördüler. “Muhammed´le aramızda bir söz ve anlaşma yoktur” diyorlardı. Bunun üzerine Sa´d bin Muaz, kendini tutamayıp onlara ağır sözler söyledi. Onlar da kendisi­ne cevap verdiler. Sad bin Ubade, Sad bin Muaz´a şöyle de­mişti: “Onlarla sövüşmeyi bırak. Bizimle onların arasında meydana gelen şey sövüşmekten daha aşağıdır.”

    Her iki Sad da, Hz. Peygamberin yanına döndüler. Kurayza-hlar´m hıyanetlerini işaret yoluyla ona bildirdiler.

    Müşrikler üst ve yahudiler de alt taraftan geldiler. Müna­fıklar ise müslümanların aralarında konuşuyor ve mü´minlerin azimlerini gevşetmeye çalışıyorlardı. Nitekim kalplerine iman tam yerleşmemiş olan yeni müslümanların içlerine birtakım şüpheler düşmüş ve Allah hakkında türlü zanlarda bulunmaya başlamışlardı. Hatta bazı zayıf imanlılar, gayrı müslimlerin şu sözlerini dillerine dolayarak: Muhammed bize, Kisra ile Kay-ser´in hazinelerini elde edeceğimizi va´d ediyordu. Oysa bugün hiçbirimiz dışarıya defi hacete bile gitme hususunda güven gö­remiyoruz. Kendi nefsimizi emniyet içinde bulamıyoruz.

    Yine bazı zayıf imanlılar cepheden ayrılmak için izin istiyor ve: “Evlerimiz düşmana karşı açıktır. îzin ver de evlerimize dö­nelim ya Resulullah” diyorlardı.

    Kur´an-ı Kerim o korkulu durumda nefislerin durumunu ve kalplerdeki duyguları şu şekilde tasvir ediyor:

    uEy inananlar Allah´ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların üzerine bir rüz­gar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptık­larınızı görmektedir. Hani onlar üstünüzden ve alt tarafınız­dan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançereye dayanmıştı. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz. îşte orada mü´minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardı. Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler; “Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu” diyorlardı. Onlar­dan bir grup da şöyle demişti: “Ey Yesrip halkı, artık size dura­cak yer yok, dönün. Onlardan diğer bir topluluk ise: Evlerimiz açıktır” diyerek peygamberden izin istiyordu. Oysa onlar(ın ev­leri) açık değildi. Sadece kaçmak istiyorlardı. Eğer (Medi­ne´nin) her yanından onların üzerine giril(ip saldırıl)saydı ve kendilerinden karışıklık çıkarmaları istenseydi, bu harekete katılırlardı. Bunu yapmakta fazla gecikmezlerdi. Oysa arkala­rına dön(üp kaç)mayacaklarına dair Allah´a söz vermişlerdi. Allah´a verilen sözden sorumlu idiler. De ki: “Eğer ölümden ve­ya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size fayda vermez.. Kaçsanız bile pek az bir zaman yaşatılırsınız (sonunda yine ölürsünüz). De ki: ´Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, O´na karşı kim koruyabilir Allah´tan başka dost ve yar­dımcı da bulamazsınız” Allah, içinizden sizi alıkoyanları ve kardeşlerine: “Bize gelini Zorlanmadıkça savaşa gitmeyin” di­yenleri bilir. Kalplerine korku gelince, ölüm baygınlığı geçiren kimse gibi gözleri dönerek, sana baktıklarını görürsün. Korku­lan gidince iyiliğinize olanı çekemeyip sivri dilleriyle sizi inci­tirler. Onlar, (içtenlikle) inanmamışlar, bu yüzden Alah onla­rın işlerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah´a göre kolaydır. Onlar düşman birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerini çöllerde bedevilerin yanın­da bulunup sadece sizin haberlerinizi (başınıza gelecek olayla­rı) sormayı dilerlerdi. İçinizde bulunsalar dahi pek az dövüşür­lerdi. Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah´a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah´ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir. Mü´minler (düşman) orduları(nı) gördükleri zaman (korkmadılar): “Bu Allah´ın ve Resulünün bi­ze uaadettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı. Müminlerden öyle erkekler var ki, Allah´a verdikleri sözde dur­dular. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de, beklemektedir. Sözlerini asla değiştirmemişlerdir. Bu sebeple Allah doğruları doğruluklarıyla mükafatlandırır, ikiyüzlüleri de dilerse azap-landırır veya tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah çok bağış­layan, çok esirgeyendir. Allah, inkar edenleri kinleriyle geri çe­virdi, bir hayra eremediler. Savaşta inananlara Allah´ın yardı­mı yetti. Allah güçlüdür, üstündür. Kitap ehlinden onlara yar­dım eden (Kurayza yahudijlerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. (Onlardan) bir kısmını öldürüyor­dunuz bir kısmını da esir alıyordunuz. Onların topraklarını, evlerini ve mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı si­ze miras verdi. Allah, her şeye kadirdir.” (Ahzab 9-27)

    tşte bu ayet-i kerimelerde, o korkunç durumda mü´minlerin ruhi halleri çok ince bir şekilde tavsif edilmektedir. Bütün bu olumsuz şartlar karşısında, Hz.Peygamberin iradesi ve azmi zayıflamadı. Aksine O, Allah´ın yardımına inandığı için tedbiri­ni alıyor, Peygamber azmi ile hazırlığını yapıyordu. Onun azim ve sebatı beraberindeki mü´minler için büyük bir örnek teşkil etti.

    Hz. Peygamber, savaşa üç bin kişiyle çıktı. Kurayza Oğulla­rının gözleri önünde durmaları ve mücahitlerin kadınlarıyla ço­cuklarından endişe etmemeleri için çocuklarla kadınların sağ­lam binalarda saklanmalarını emretti. Ayrıca Medine´de yahu-dilerin baskınlarını önlemek için, Seleme bin Eşlem kuman­dasında yüz kişilik bir bekçi heyeti bıraktı. Yine Harise ku­mandasında üçyüz kişilik ikinci bir bekçi heyeti daha bırakmış­tı. Bütün bunlar, müşriklere karşı aldığı tedbirler cümlesinden-di. Onlara karşı tedbir alması gerekiyordu. Çünkü harp bir hi­ledir. “Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir (O kendisine karşı tuzak ku­ranların tuzaklarını başlarına geçirir.)” (Enfal 30)

    Hz. Peygamber, müşrikleri birbirlerinden kopararak, bazı dünyevi faydalar karşılığında tamahlandırmak ve aralarındaki irtibatı koparmak istedi. Bu maksatla Gatafanhlarla beraberindeki Necidlileri tamahlandırmaya yöneldi. Uyeyne bin Hısm ile Haris bin Avf a haber yolladı. Barışıp geri dönmeleri karşı­lığında, Medine ürünlerinin üçte birini kendilerine vereceğini söyledi. Onlar da tamahlanarak bu şartı kabul ettiler. Kendi adlarına Hz.Peygamber´e bir mektup gönderdiler. Ancak Hz. Peygamber bu sözünü bir sulh kararı olarak yazıya geçirmedi. Çünkü ürün sahiplerine danışmadan bu konuda kesin karar verme imkanı yoktu. Bunu ürün sahiplerine bildirdiğinde, E vs kabilesinin lideri Sad bin Muaz ile Hazrec kabilesinin lideri Sad bin Ubade şöyle dediler: “Ey Allah´ın Resulü! Bu senin düşünerek yaptığın bir şey mi yoksa Allah´ın emri mi ” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır Allah´ın emri değildir. Bunu kendi görüşümle yapıyorum.. Ancak Arapların size tek bir elden saldırdıklarını ve her taraftan üzerinize çullandıkla­rını gördüğüm için onların bir dereceye kadar güçlerini kırma­yı arzuladım”

    Sa´d bin Muaz dedi ki: “Ey Allah´ın Resulü! Daha önce biz de onlarla birlikte Allah´a ortak koşuyor ve putlara tapıyorduk. Barış anlaşması yapmak istediğin bu kimseler, Medine ürünle­rini ancak satın alarak elde edebileceklerini ümit ediyorlardı. Şimdi Allah bizleri islamiyet´le şereflendirdikten ve bizleri doğ­ru yola kavuşturduktan, bizi ve seni islamiyet´le güçlendirip onurlandırdıktan sonra, mallarımızı bunlara verecek misin Vallahi bizim bu barışa ihtiyacımız yoktur. Cenab-ı Allah, bi­zimle onlar arasındaki hükmünü verinceye kadar, onlara kılıç­tan başka bir şey vermeyiz^ Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Senin dediğin gibi olsun” dedi. Sad bin Muaz da, Gatafanlı-lar´m göndermiş oldukları mektubu alıp parçaladı. Böylece ba­rış yapma arzusu nihayete ermiş oldu. Bu barış müşaveresi iki önemli hususu ifade etmektedir:

    1- Hz. Peygamber ashabının azim derecesini öğrenmiş, düş­manlarıyla karşılaşmak arzusunda olduklarını anlamıştı.

    2- Bu barış arzusu, Gatafanlılar´la beraberindeki kabileleri tamahlandırmıştı. Tamah ise, yerleştiği kalpteki azmi gevşetir. Bu sebeple onlar savaşın uzamasından dolayı bıkıp usanmışlar, Kureyşlilerle aralarında ihtilaf başgöstermişti. Hiçbir şey yap­madan ve hiçbir şey elde etmeden geri dönmek istemişlerdi.

    Bu barış vaadi ile Hz. Peygamber, Kureyşliler´le beraberle­rinde gelen Arapları birbirlerinden koparmış oluyordu. Geriye yahudilerle müşriklerin birbirinden koparılması kalıyordu. Ce-nab-ı Allah bu işi üstlenmeyi, isteyerek kabul eden birini gön­dermişti. Gatafanlılar´dan Nuaym bin Mes´ud Hz. Peygam-ber´in yanına gelerek: “Ya Resulullah! Ben müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyor. Sen bana dile­diğini emret” demişti. Hz. Peygamber de ona şu cevabı vermiş­ti: KSen artık bizden birisin. Elinden geldiği kadar düşmanları­mızı birbirinden kopar. Çünkü savaş hiledir.” Bunun üzerine Nuaym bin Mes´ud, Hz. Peygamber´in yanından kalkıp Ku-rayza Oğulları´nm yanına gitti. Cahiliyet devrinde onların dos­tu ve içki sofralarının ayrılmaz bir üyesiydi. Şöyle dedi: “Ey Kurayza Oğulları, benim sizleri ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Aramızdaki dostluğu idrak edersiniz. Kureyşliler´le Gatafanlı-lar sizler gibi değildirler. Bu şehir, sizin şehrinizdi. içindeki mallar sizin mallarınız, çocuklar ve kadınlar, sizin çocukları­nız ve kadınlarınızdır. Buradan ayrılıp başka yere gidemezsi­niz. Kureyşlilerle Gatafanlılar sadece Muhammed ile ashabı­na karşı savaşmak için buraya gelmişlerdir. Sizler ise, kalkmış onlara destek oluyorsunuz. Onların yurdu başka bir yurttur. Mallarıyla çocukları başka bir yurttadır. Müslümanlarda bir panik görürlerse kazanırlar, ama böyle bir hezimet ve panik de­ğil, mukavemet görürlerse, çeker, kendi yurtlarına giderler. Si­zinle Muhammed´i başbaşa bırakırlar. Oysa siz desteksiz kaldığınız takdirde Muhammed´le baş edemezsiniz. Siz müs-lümanlarla vuruşmayın;* müşriklerle el birliği etmeyin. Ancak Kureyşliler´in önde gelen şahıslarını kendi yanınıza rehin ola­rak alırsanız, bu, sizin için güvence olur ve bu durumda onlar sizinle birlik olup Muhammed´e karşı savaşırlar. Başarıyı da ancak böylelikle elde edebilirsiniz. Benim size önerim bunlar­dan ibarettir!”

    Her ne kadar kendilerini Kureyşliler´den koparmak maksa­dıyla yapılmış olsa da bu, gerçek bir uyarıydı. Yalan değildi. Nuaym bin Mes´ud daha sonra Kurayzalılar´ın yanından ayrı­lıp Kureyşliler´in kumandanı Ebu Süfyan bin Harb´in yanına gitti ve dedi ki: “Ey Ebu Süfyan, sizi ne kadar çok sevdiğimi ve Muhammed´den de ayrı olduğumu biliyorsunuz. Fakat size bir şeyi bildirmeyi üzerime görev bildim. Ancak bu nasihatimi gizli tutun.”

    Ebu Süfyan´ın, konuşulanları gizli tutacaklarına dair temi­nat vermesi üzerine Nuaym: “Biliyorsunuz ki, yahudiler Muhammed´e karşı yaptıkları ahde vefasızlıktan dolayı pişman olmuşlar ve bunu bildirmek üzere O´na bir elçi göndermişler­dir. Elçileri onlar adına Muhammed´e şöyle demiştir: Ey Muhammedi Kureyşli ve Gatafanlılar içinden önde gelen şahsiyetlerin bir kaçını rehin alıp sana teslim etmemizi ister misin Sen de onların boyunlarını vur. Artık seninle birlik ola­lım ve Kureyşliler´le Gatafanlılar´ın köklerini kazıyalım! Onla­rın bu önerilerini kabul ettiğini Muhammed de onlara bil­dirmiştir. Eğer yahudiler sizden rehin almak talebinde bulu­nurlarsa, sakın bir tek adamınızı bile onlara teslim etmeyin.”

    Nuaym, Ebu Süfyan´a böyle dedikten sonra çıkıp Gatafan­lılar´ın yanma gitti ve Kureyş´e söylediklerinin aynısını onlara da söyledi.

    Bu takvah ve idrakli müslümanin sözlerinden sonra Ebu Süfyan, İkrime bin Ebi Cehl´i Kurayzahlar´a göndererek bü­tün güçleriyle savaşa katılmaları isteğinde bulundu, ikrime onlara şöyle demişti: “Burası durulacak yer değildir. Atlarımız ve develerimiz helak oldu. Artık var gücünüzle savaşa katılın ki, Muhammed´in sonunu getirelim, aramızdaki davayı hal-ledelimV

    O gün cumartesi günüydü. Kurayzalı yahudiler savaşmaya­caklarına dair mazeret ileri sürdüler ve: (iBiz cumartesi günü bir şey yapamayız. Bildiğiniz gibi daha Önce bazılarımız cu­martesi gününde böyle yaptıkları için belaya maruz kaldılar. Bu günde, Muhammed´e karşı sizinle savaşan kimselerin arasında yer almayız. Ancak elimizde bizler için güvence ola­cak adamlarınızı rehin verirseniz o zaman sizinle birlikte sava­şır ve Muhammed´in sonunu getiririz. Eğer rehin vermezse­niz, savaşın şiddetlenmesi anında kaçıp memleketinize gitme­nizden ve bizi burada kendi başımıza bırakmanızdan korkarız. Muhammed bizim beldemizdedir. Biz yalnız başımıza onun­la uğraşamayız. Onu yenecek gücümüz yoktur”

    Kureyşliler, Kurayza Oğulları´nın kendileri için Kureyşli-ler´den rehin almak ve bu rehinleri Kureyşliler´in savaştan kaçmamaları için teminat olarak kullanmak niyetinde olduklarını düşündüler. Kureyşli rehineleri de Kurayzalılar´m öldürecekle­rini sandılar. Öte yandan Kurayzahlar da, Kureyşliler´in kendi­lerine teminat vermek istemediklerini anlamışlardı. Böylece Kureyşliler´le Kurayzalılar´m irtibatı koparılmış oluyordu. îki taraf da birbirine olan güvenlerini yitirmişti. Ama bütün bunla­ra rağmen, her iki taraf da azgınlık ve fesatlarını sürdürüyor­lardı. Medine´deki müslümanlarm kadınlarıyla çocuklarının muhafaza altına alındıkları hisarlarla kalelere casuslar gönde-riyorlardı. Hz. Peygamber´le Nuaym bin Mes´ud´un girişimleri neticesinde iki taraf arasındaki birlik ortadan kalkmasına rağ­men, yine de Hz. Peygamber´e karşı duydukları düşmanlık on­ları bir arada tutmaya devam ediyordu. Kurayzahlar mü´minle-rin evlerine saldırma ve onların kökünü kazıma isteklerini hala taşıyorlardı.

    Yahudi Casusları ve Hz. Peygamber´in Ailesi Hz. Peygamberin halası, Abdulmuttalib kızı Safiye, Has­san bin Sabit´in evinde bulunuyordu. Hassan savaşçı değil­di. Kadınlarla çocukların başında muhafız olarak bulunuyordu O zamanlar hicap ayeti henüz nazil olmamıştı. Safiye şöylt demişti: “Yanımıza bir yahudi geldi. Kalenin etrafını dolaşıyor du. O esnada Kurayzahlar da müslümanlara karşı savaşmak taydılar. Resulullah´la aralarındaki muahedeyi çiğnemişlerdi. Abdulmuttalib kızı Safîye, bu yahudinin mü´minlerin kadın larıyla çocuklarının muhafaza edildikleri evleri göz altında tu tup dolaşmakta olduğunu ve Kurayzalılar´m da kendileriyle Hz. Peygamber arasındaki muahedeyi çiğnediklerini, bu yahu dinin de müslümanlarm durumlarını araştıran casus olduğu nu, Hz. Peygamberin ailesini kasdettiğini anlamıştı. Bunu] üzerine Safîye hazretleri, Şair Hassana şöyle demişti: “E Hassan! Bizi yahudilere karşı koruyacak kimse yok. Hz. Pey gamber cephede İslam düşmanlarıyla çarpışıyor. Onların cej. heyi bırakıp yanımıza gelecek imkanları yok. Başımıza bir dü{ man saldırısı geldiği takdirde, mü´minler bize yardıma gelemezler. Bu yahudi gördüğün gibi kaleyi gözetliyor ve etrafı ki laçan ediyor. Allah´a yemin ederim ki, bu adam bizim durumumuzu araştırıyor. Ben kaleden inip de şu yahudi casusunu öl­düreceğim.”

    Şair Hassan dedi ki: “Ey Abdülmuttalib´in kızı, Allah seni bağışlasın. Yemin ederim ki, ben bu işe ehil değilim” Şair Hassan´ın anlattığına göre Safiye, eline bir direk almış sonra da kaleden inip o direği yahudinin kafasına vurarak, onu öldür­müştür. Tekrar kaleye döndüğünde, Hassana: uîn de onun üzerindeki teçhizatı ve eşyaları al. Erkek olmasaydı, ben ken­dim üstünü araştırır, eşyalarını ve teçhizatını yağmalardım” demiştir.

    Hassan da ona: “Benim onu yağmalamaya ihtiyacım yoktur ey Abdülmutalib´in kızı” demiştir.

    Bu kıssayı, Allah´ın aslanı Hamza´nın kızkardeşi olan Safî-ye´nin cesaretini göstermek, ya da Şair Hassan´in durumunu belirtmek için anlatmadık. Yalnız yahudilerin, Hz. Peygambe­rin ve sahabilerin yokluklarında onları gözetlemek ve fırsat bulduklarında onları ele geçirmek için ne kadar hırslı oldukla­rım bilmemiz için anlattık.

    İki Ordu

    Şirk ordusu, sayılarının ve teçhizatlarının çokluğuyla övünü­yordu. Kendilerinin bütün Arapları kanatlan altına aldıklarını sanıyorlar, Kurayza Oğulları´yla ittifak kurarak Medine´yi ar­kadan kuşatacaklarını tahmin ediyorlardı. Müttefikleri vasıta­sıyla Medine´yi yakıp yıkacaklarını düşünüyorlardı. Ama itti­faklarında zayıflık bulunduğunu, söz ve fikirlerinin bir olmadı­ğını akıllarına getirmiyorlar di. Çünkü müşrik ordusunun ku­mandası, aynı kişide toplan-mıyordu. Dolayısıyla da, aynı anda ve planlı bir şekilde mü´minlere saldırmaları mümkün değildi. Bu haldeyken, sayıca üstün olmaları kendilerine bir fayda sağ­lamadı. Çünkü aralarında birlik olan ve birbirini destekleyen az bir kuvvet, sayıları çok olan dağınık kuvvetlerden daha üs­tündü. Müşriklerin, değişik kimselerin kumandası altında ha­reket etmeleri, onların orduları için temel bir eksiklikti.

    Ayrıca Hz. Peygamber, sayıları altı bin kişiyi bulan Gatafan-lılara barış niyeti göstermiş, onlara Medine ürünlerinin üçte bi­rini vereceği konusunda bir ihtimaden sözetmişti. Bu da Gatafanlılar´ın tamahlarım artırarak, güçlerini müşriklerden kopar­dı. Her ne kadar kesin bir barış vaadinde bulunmamış olsa bile, barış kapısını aralamıştı. Böylece Kurayzalılarla müşrikler arasındaki ittifak gevşemiş, taraflar birbirlerine olan güvenle­rini yitirmişlerdi. Bu arada onlardan bazıları Medine içinde Hz.Peygamber ile sahabilerin evlerine saldırmak için fırsat kol­luyorlardı. Casuslarını Medine´ye göndermişlerdi.

    Müşriklerle beraberindeki kabilelerden oluşan ordunun du­rumu işte buydu, iman ordusu ise, şiddetli savaş durumuyla karşılaşınca içlerindeki münafıklarla, paniğe kapılan zayıf imanlıları aralarından uzaklaştırmışlar, saf ve temiz bir iman ordusu haline gelmişlerdi. Kur´an-ı Kerim´de arınmış olan bu iman ordusunun vasıfları şu şekilde açıklanmaktadır: “M W mirilerden öyle erkekler var ki; Allah´a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını yerine getirdi. (Şehit olunca­ya kadar çarpışacaklarını adamışlardı. Çarpıştılar ve şehit düştüler) kimi de (şehitlik) beklemektedir. Sözlerini asla değiş­tirmemişlerdir.´” (Ahzab:23)

    Hendeğin Geçilmesi

    Müşrik orduları hiç beklemedikleri bir şeyle, hendekle karşı­laştılar. Daha önce böyle bir şey görmedikleri için, bu durum karşısında nasıl bir tedbir alacaklarını bilemediler. Dolayısıyla, bu yeni durum karşısında Medine´yi yıkıp müslümanların kö­künü kazıma istekleri suya düşmüştü. Fakat buna rağmen, ba­zı´ müşrikler Hendek´ten karşı tarafa geçmek için yol bulmuş­lardı. Örneğin Ebu Cehil´in oğlu îkrime ile Mahzum Oğulla-rı´nın bir kısmı ve Amir bin Abdi vüd el-amiri el Arabi hen­dekten karşı tarafa geçmeyi başarmışlardı. Airir bin Abdivüd el-Amiri elArabi, son derece güçlü bir kimseydi. Bedir savaşı­na katılmış, ağır yara aldığı için Uhud savaşma katılamamıştı. Hendek savaşma yerini ve gücünü göstermek, öfkesini dindir­mek ve öcünü almak için gelmişti. Çarpışmak için müslüman-lardan adam istedi. Hz. Ali ona karşı çıkmak istedi, ama Pey­gamber efendimiz iki defa Ali ´yi tutup bırakmadı. Amr, müs-lümanları karşısına gönderecek adamları olmadığını söyleye­rek ayıplayınca, bu defa Hz. Ali duramadı, ona karşı atıldı.

    Hz. Peygamber de ona engel olamadı. Karşı karşıya geldikle­rinde, Hz. Ali onu hidayete davet etti ve şöyle dedi: “Ey Arar, sen daha önceleri Allah´a söz vermiştin. Kureyşliler´den bir adam seni iki şeyden birine davet ettiği zaman o şeylerin en ha­yırlısını kabul edeceğini söylemiştin. Öyle değil mi ” Amr, evet deyince, Hz. Ali bu defa ona şöyle dedi: “Ben seni Allah´a, Re­sulüne ve islam´a davet ediyorum.” Amr: “Benim buna ihtaya-cım yok” cevabını verdi. Hz. Ali ise: “Ben seni atından inmeye davet ediyorum” dedi. Amr sordu: “Niçin ey kardeşimin oğlu Allah´a andolsun ki, ben seni öldürmek istemiyorum.” Hz. Ali ona dedi ki: “Öyle ama, vallahi ben seni Öldürmek istiyorum.”

    Hz. Ali ´nin bu sözleri üzerine Am r Öfkelenerek atını mız­rakla yaraladı ve öldürdü. Attan inip Ali ile karşılaştı. Öyle gö­rülüyor ki, Hz. Ali at üzerinde değildi. Amr da, onunla at üze­rinde değil; attan indikten sonra savaşmak istemişti. Sonra Ali´ye yöneldi ve karşılıklı hücuma geçtiler. Ali´ye bir darbe vurdu ve Ali i onu kalkamyla karşıladı. Bu darbe Ali´nin kal­kanını parçalamış ve başından yaralamıştı. Bunun üzerine Ali de onun kürek kemiğine bir darbe vurarak onu öldürdü. Ali´nin darbeleri gerçekten şiddetliydi. Onu öldürünce müslümanlar tekbir getirdiler. Bunu işiten Peygamber efendimiz, Ali´nin onu öldürdüğünü anlamıştı. Ali sevinçle Hz. Peygamberin ya­nma geldi. Hattab oğlu Ömer ona: “Ey Ali! Onun zırhını yağ-malasaydın ya. Çünkü Araplar arasında onun zırhından daha iyi bir zırh yoktur” dedi. Hz. Ali ise ona: “Ben onu vurdum. Fakat o ardını bana döndü, ben de onun üzerindeki eşyaları yağmalamaktan utandım” diye cevap verdi.

    Amr bin Abd-i Vüd, müşrikler arasında itibar sahibi bir kimseydi. Nitekim öldürüldükten sonra, müslümanlar tarafına bir miktar mal göndererek onun cesedini istediler. Hz. Peygam­ber ise, herhangi bir karşılık almadan cesedi onlara gönderdi ve: “O sizin olsun. Biz ölülerin bedelini istemeyiz ve yemeyiz” dedi. îşte hendeği geçenler bunlardı. Aralarında İkrime bin Ebi Cehlle diğerleri de vardı. Bazı rivayetlere göre Halid bin Velid de onlar arasında bulunuyordu. Bunlar Hz. Ali ile Amr bin Abd-i Vüd arasında geçen teke tek çarpışmayı görmüşler­di. Gerçekten de Amr bin Abd-i Vüd hiç bir karşılaşmada ye-nilmemişti. Onun öldürüldüğünü görür görmez, tekrar hendekten atlayarak müşrik tarafına kaçtılar. Amr´ın öldürülmesin­den sonra hiç kimse Hz. Ali´ye karşı çıkma cesaretini göstere­medi. Taberi´nin, Tarih´inde anlattığına göre, Nevfel bin Ab­dullah bin Mugire, hendeğe yuvarlanıp düşmüş ve mü´minler tarafından taş yağmuruna tutulmuştu. Bunun üzerine: “Öldü-recekseniz bari daha güzel bir şekilde öldürün” dedi. Hz. Ali hendeğe inerek onu orada öldürdü. Bir rivayete göre onu Zü-beyr bin Avvam öldürmüştür. Kureyşliler, öldürülmesinden sonra onun cesedini de mal karşılığında istemişlerdi. Hz. Pey­gamber yine herhangi bir karşılık almadan onun cesedini de ia­de etmiş ve: “Biz ölülerin parasını yemeyiz” demişti.

    Mü´minlerin Evlerine Hücum

    Dar bir yerden hendeği geçen kimselerin yaptıkları saldırı­dan sonra kuşatma devam etti. O esnada müşriklerden iki kişi öldürülmüştü. Bunlar Manzum Oğulları kabilesinden Nevfel ile Amir Oğullarından Amr bin Abd-i Vüd idi. Bundan sonra müşriklerden kimse hendeği geçmeye cesaret edemedi. Fakat müslümanları ok yağmuruna tuttular. Müslümanlar da onlara karşılık veriyorlardı. Müşriklerden bir kişi müslümanlarm okuna hedef olup ölmüştü. Müslümanlardan da beş kişi şehit olmuştu. Altıncıları büyük sahabi Sad bin Muaz oldu. O, Ku-rayza Oğulları´na giden iki kişiden biriydi. Şiddet anında onla­rın hainliklerini görmüşlerdi. Sa´d (r.a.) savaş meydanına, pek sağlam olmayan bir zırhla çıkmıştı. îki kolu açıktaydı. Müşrik­lerin attıkları bir ok onun kolundaki damarı kesmiş, hareketsiz hale getirmişti. Fakat kendisi Kurayza Oğullarının, hainlikle­rinin cezalarını görmeden ölmemek için Allah´a dua etmişti. Cenab-ı Allah onun duasını kabul buyurmuş ve bir süre daha yaşatmıştı. Sonunda Sa´d, Kurayza Oğulları´na hakem ölmüş ve artık hoşnut bir halde Cenab-ı Allah onun ruhunu teslim al­mıştı.

    Mü´minlerle müşrikler arasındaki çatışma devam ediyordu. Sonunda müşrikler, önlerinde bulunan hendek nedeniyle mü´minlere ulaşamayacaklarını anladılar. Ali ve kardeşleri gibi sadık mü´minler de, hendeğin gerisindeydiler. Ellerinde parla­yan kılıçları vardı.

    Medine´nin alt tarafından müşrikler, Hz. Peygamberin evine saldırabilirlerdi. Bu, olsa olsa Kurayza Oğulları tarafından ya­pılabilecek bir işti. Müşrikler ancak onların bulunduğu yönden Medine´ye gelebilirlerdi. Zaten Kurayza Oğullan da bu amaçla muahedeyi bozmuş, intikam alabilmek için müşriklere o yolu açık tutmuşlardı. Maksatları, Nadir Oğullan ile Kaynuka Oğulları´ndan olan yahudi kardeşlerinin öcünü almaktı. Aslın­da Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları´ndan olan yahudiler mü´minlere mütecaviz davranıp ahdi bozduklarından ve Resu-lullah´a hıyanet ettiklerinden dolayı, Medine´den sürgün edil­mişlerdi.

    Ibn Kesir, Tarih´inde Ukbe bin Musa´dan naklen şöyle der: “Müşrikler Hz. Peygamberin evine bir kıta asker gönderdi­ler. Mü´minler gün boyunca onlara karşı direndiler. İkindi na­mazının vakti geçtiği halde, Hz. Peygamber ile beraberindeki sahabilerden hiçbiri ikindi namazını kılmamışlar di. Gece vakti müşrik kıtası geri dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle demişti: “Bizi ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Al­lah onların karınlarını kalplerini ve kabirlerini ateş ile doldur-sun\”

    Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Medine´deki mü´min evle­rini muhafaza altında bulunduran mücahitler, Kurayza Oğulla-rı´nın hıyanetine uğramışlardı. Bu nedenle Kurayzalılar´a karşı durmuş ve direnmişlerdi. Sonunda Hz. Peygamber de, bu iyi yürekli mücahitlerin yanma gelmiş, onlara katılmıştı. Yahudi Kurayzalılar´ın saldırılarını püskürtmüş, dolayısıyla o hainler, müminlerin evlerine saldırıda bulunamamışlardı. Hz. Peygam­ber bu mücahitlere katılınca hendeğin korumasını diğer mü´min mücahitlere bırakmıştı. O mü´min mücahitler ki, Al­lah´a verdikleri sözde durmuşlardı. Sözlerini asla değiştirme­mişlerdi. Her ne kadar Kurayzalı yahudiler amaçlarına ulaşa-mamışlarsa da, Medine´deki mü´min kadınlarla çocukları ra­hatsız etmişlerdi. Bu da büyük bir suçtu. Ahdi bozmuş ve selef­leri olan Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları gibi sözlerinde durmamışlardı. Kendilerinden sonra gelecek yahudiler de bun­lar gibi davranacaklardı. Bu da, mü´minlerin karşılaştıkları be­la ve imtihanın şiddetlendiğini gösteriyordu. İşte bu sebeple mü´minler, ikindi namazıyla akşam namazını, akşam namazı vaktinde cem-i te´hir şeklinde kıldılar. Buharı, Cabir bin Ab­dullah´tan şöyle rivayet eder:” Hattab oğlu Ömer, Hendek´te gün balımından sonra geldi. Kureyşli kafirlere öfkeleniyor ve: “Ya Resulullah! Ben güneş batıncaya kadar ikindi namazını kılamadım” diyordu. Hz.Peygamber ona: “Vallahi ben de kıla­madım” dedi. Bunun üzerine biz Resulullah (sav) ile aşağıya inip abdest aldık. Güneş battıktan sonra ikindi namazını kıl­dık. Ardından da akşam namazını eda ettik.”

    Bu olay savaş mazereti nedeniyle iki namazı bir arada kıl­manın caiz olduğunu göstermektedir. Ahmed bin Hanbel, sa­vaş mazereti, ya da başka mazeretler dolayısıyla iki namazı bir arada kılmanın caiz olduğunu söylemiştir.

    Hz. Peygamberin Duası ve Duasının Kabulü

    “Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelme­den cennete gireceğinizi mi sandınız Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu. Öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: “Allah´ın yardımı ne zaman ” di­yecek olmuşlardı.. İyi bilin ki, Allah´ın yardımı yakındır” (Baka­ra: 214)

    Hz. Peygamber ile beraberindeki mü´minler büyük sıkıntıya düşmüşlerdi. Yirmi gece kadar muhasara altında kaldılar. Ay­rıca Kurayza Oğulları da, bilinen hıyaneti işlemişler, büyük bir kıta asker ile, Hz.Peygamberin evine saldırmaya yeltenmişler­di. Fakat bu sıkıntı sadece mü´minlerin üzerinde değildi. Aynı şekilde şirk ordusu da şiddetli soğuk ile pençeleşmekteydi. Azıkları azalmış, binekleri helak olmuştu. Ayrıca birbirleri hakkında kötü zanda bulunmaya başlamışlardı. Öyle ki Mek-keli müşriklerin lideri ve sözcüsü olan Ebu Süfyan, şöyle de­mişti: “Vallahi siz kalınacak yerde değilsiniz. Bineklerimiz ve davarlarımız helak oldu. Kurayza Oğulları bizimle ittifak et­mişlerdi. Fakat ittifaklarına riayet etmiyorlar.”

    Mü´minler, imanları nedeniyle sabrediyorlardı. Fakat müş-riklerinse bu eziyetlere katlanmalarına hiçbir sebep yoktu. Kendilerini teselli edecek imandan yoksundular. Hz. Peygam­ber, sürekli olarak rabbine yöneliyor ve ona müracaatta bulu­nuyordu. O zorlu hallerde durumunu rabbine arzediyor, ona yalvarıp yakarıyor ve çeşitli dualarda bulunuyordu. Nitekim dualarına Cenab-ı Allah icabet etti: “Bana dua edin ki size ica­bet edeyim.”

    O sıkıntılı durumda Hz. Peygamberin yapmış olduğu dualar­dan birini Ahmed bin Hanbel şu şekilde rivayet eder: “Al­lah´ım avretlerimizi muhafaza et. Korkularımızı güvenliğe çe­vir.”

    Buhari ve Müslim´in Sahih´lerinde yer alan dualarından biri de şudur: “Ey Kitab´ı indiren ve hesabı çabuk gören Al­lah´ım! Düşmanları hezimete uğrat. Allah´ım onları yenilgiye uğrat. Onlara sarsıntı ver ve bizi onlara karşı koru”

    Yine Buhari ´nin Ebu Hureyre´den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber o zorlu anlarda şöyle dua etmişti: “Allah´tan başka tanrı yoktur. O ordusunu güçlendirdi. Kulunu te´yid etti. Birleşik grupları tek başına mağlup etti. Ondan sonra hiçbir şey yoktur.”

    Cenab-ı Allah, Resulünün duasına icabet etti. Dua ibadettir. Resulün ibadetinden daha halis daha temiz ve daha saf bir iba­det düşünülebilir mi

    Cenab-ı Allah çok soğuk bir günde, müşriklerin üzerine şid­detli bir fırtına gönderdi. Bir taraftan da, melekler o müşrikle­rin kalplerine korku yayıyor, onları birbirine düşürüyordu. Bu­nun üzerine Gatafanlılar Kureyşliler´den kopmuşlardı. Kuray-zalılar, Mekkeli müşrikler hakkında türlü zanlarda bulunmuş­lardı. Rivayete göre, Kurayzalılar paniğe kapılarak Hz. Pey­gamberden barış isteğinde bulunmak üzere elçi göndermişlerdi. Nadir Oğulları´nı yine eski yerlerine kabul etmesi için öneride bulunmuşlardı. Kendilerine bir korku gelmiş ve kalpleri dur­muştu. Fırtına onları paniğe düşürmüştü. Ebu Süfyan şöyle diyordu: “Görüyorsunuz ki şu fırtınanın şiddetinden tencerele­rimiz ocak üstünde duramıyor. Ateşlerimiz yanmıyor. Gelin Mekke´ye dönelim. Doğrusu ben dönüyorum!” Yardımsız, des­teksiz ve perişan bir vaziyette geri döndüler. Eşyalarını yerle­rinde bıraktılar. Mü´minlerden öc alamadılar. Attıkları oklarla altı mü´mini şehid etmişler, mü´minler de onlardan 3 kişiyi öl­dürmüşlerdi. Ölen müşriklerden biri de, birkaç kişiye bedel olan Amr bin Abd-i Vüd idi. Onu, İslam kahramanı Hz. Ali öldürmüştü.

    Hendek savaşının sona erişi Kur´an-ı Kerim tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:

    “Allah, inkar edenleri öfkeleriyle geri çevirdi, hiçbir hayra eremediler. Allah savaşta (rüzgar ve meleklerin yardımıyla) müzminlere yetti. Allah güçlüdür, üstündür.” (Ahzab 25)

    Cenab-ı Allah Hendek savaşını ve neticelerini şöyle bildiri­yor: uEy inananlar, Allah´ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüz­gar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıkla­rınızı görmektedir”(Ahzab 9)

    Böylece dağınık gruplardan oluşan müşrik ordularının baş­lattığı Ahzab savaşı (Hendek muharebesi) sona ermişti. Bu sa­vaşla Arap Yarımadası kökten sarsılmıştı. Müşrikler her taraf­ta İslam´ın kökünü kazıyacaklarını, müslümanları Medine´den söküp atacaklarını ilan etmişler, ama perişan bir vaziyette geri dönmüşlerdi. Paniğe kapılmışlar ve Rablerinin büyük mucizele­rini görmüşlerdi.

    Vakıdi´nin “Kitab-ül Mağazi” adlı eserinde nakledildiğine göre, Ebu Süfyan Mekke´ye döndükten sonra, Ebu Seleme el-Cüşemi ile, Hz. Peygambe´re şu mektubu göndermişti:

    “Ey Allah! Senin isminle başlarım. Ya Muhammedi Ben Lafa, Uzza´ya, İsafa, Naile´ye ve Hübel´e yemine derim ki, se­nin kökünü kazımak ve bir daha dönüp seninle uğraşmamak için bütün topluluğumuzun, ordularımızın başında senin üze­rine yürümüştüm. Fakat gördük ki, bizimle karşılaşmak iste­miyorsun. Hendekler kazıp yolları ve geçitleri daraltmışsın. Ne olurdu bu planları sana öğreteni bir bilseydim. Fakat biz yine dönüp geleceğiz. Uhud günü gibi kadınların dahi size karşı za­fer kazandığı bir günü, size tekrar göstereceğiz*”

    Hz. Peygamber de ona şu cevabı verdi:

    “Allah´ın Resulü Muhammed´den Harb oğlu Ebu Süfyan*a:

    Şimdi senin mektubun bana geldi. Nefsin seni eskiden beri Allah´a karşı hep aldatıp duruyor. Sen, bütün topluluğunuzun ve ordunuzun başında bize geldiğini ve kökümüzü kazımadıkça dönmek istemediğini hatırlatıyorsun. Bu Öyle bir iştir ki, Allah, seninle yapmak istediğin o iş arasına giriyor ve bize de Lat ile

    Uzza adını ağzına alamayacağın kadar güzel bir akıbet ve so­nuç hazırlıyor.

    Kazmış olduğumuz hendeğin, kim tarafından Önerildiğini soruyorsun. Hiç şüphesiz, seni ve senin arkadaşlarını kızdır­mak için onu bana yüce Allah ilham etti! Elbet ve elbet sana öy­le bir gün gelecek ki, o günde Lafı, Uzza´yı, İsaf ve Naile ile Hübel´i kıracağım. Ve o gün ben bunları sana hatırlatacağımı”

    Hendek Gazasının Sonuçları

    Bu gazanın bazı güzel sonuçları olmuştur:

    a- Cenab-ı Allah o kafirleri öfkeleriyle geri çevirmiştir. Amaçlarına ulaşamamışlardır. Olanca güçlerini sarfettikleri ve Medine´ye saldırmak için bütün Arapları başlarına topladıkları halde, sadece altı mü´mini şehit edebilmişler, buna karşılık kendileri de üç ölü vermişlerdi. Ölülerinin arasında ünlü yiğit­leri Amr bin Abd-i Vüd de vardı. Bunun sonucunda da kalple­rine ümitsizlik düşmüş, artık Hz. Peygambere bir şey yapama­yacaklarını anlamışlardı. Bundan sonra daha fazlasını yapacak güçleri yoktu. Hz. Peygamber de sahabilerine şu müjdeyi veri­yordu: “Bu senenizden sonra, artık Kureyş size saldıramaya-caktır. Fakat siz onlara saldıracaksınız.” Buna Kur´an-ı Kerim de, şu ayet-i kerime ile işaret etmiştir: “Allah savaşta (rüzgar ve meleklerin yardımıyla) mü´minlere yetti.” (Ahzab: 25)

    b- Uhud gazasından sonra Kureyş müşrikleri, Hz. Muham-med ile sahabilerinin hezimete uğradıklarına dair yalan haber­ler yaydıklarından, etraftaki müşrik Araplar da mü´minlere baskın yapma yolunda ümit beslemeye başladılar. Fakat zafer kazanamadılar. Aksine içlerine büyük bir korku düştü. Korku, onları amaçlarından uzaklaştırdı ve tedbir almalarını önledi. Müslümanlara saldırmayı, onlara hıyanet etmeyi ve suikastta bulunmayı düşünemez oldular. Artık ümitleri tamamen kesil­mişti. Çaresiz kalıp, Hz. Muhammed´in davetine icabet etme­yi, onun dinine girmeyi düşünmeye başlamışlardı. Bu nedenle etraftan grup grup, ferd ferd insanlar gelip Hz. Peygamber´e teslim oluyor ve onun dinine giriyorlardı. Çünkü ortadaki bu­lutlar dağılmış, gökyüzü berraklaşmıştı. Artık islamiyet´i öğrenmek için Arap kabileleri Hz. Peygamber´in yanına geliyor­lardı,

    c- Savaşlardaki muzafferiyet gibi maddi mucizeler, her şeyi maddi çerçevede görüp değerlendiren maddeci müşrikleri etki­liyordu. Özellikle bu mucizelerin korkulu savaş alanlarında iz­har edilmiş olması, onları daha da fazla korkutuyordu. Çünkü bu mucizeler, onların alışık oldukları bir sebep olmaksızın iz­har edilmişti. Bu nedenle de akılları, İslamiyet´i selim bir hava içinde düşünmeye ve putperestlikten arınmaya başlamıştı. Ar­tık hakkın nuru, onların zihinlerine yavaş yavaş girmeye başla­mıştı. Aydınlandıkça da hakka yöneliyor ve onu arıyorlardı: “Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir”

    d- Yahudilerin niyetleri açıkça ortaya çıkmıştı. Kalplerinde gizledikleri şeyler, herkes tarafından bilinir hale gelmişti. Bu hendek musibeti, yahudilerin mü´minlere karşı kalplerinde giz­ledikleri niyetlerini gün gibi ortaya koymuştu. Artık münafık­ların gizlemeleri onu perdelemiyordu. Hz. Peygamberin önünde tanınır hale gelmişlerdi.

    e- Hendek olayı, batıl ehlinin kalabalık da olsalar, tek yürek­le hareket etmediklerini göstermiş oldu. Onlar bir araya gelmiş ve birleşik cephe oluşturmuşlardı ama her birinin maksatları değişik olduğundan, çabucak dağılıverdiler. Gatafanlılar Hz. Peygamber´le barış yapıp yurtlarına dönmeye eğilim göstermiş­lerdi. Kurayzahlarla Kureyşliler de anlaşamamışlardı. –

    Share. Facebook Twitter Pinterest LinkedIn Tumblr Email
    admin

    Related Posts

    Resulullah´a (s.a.v.) Hitap

    Fikri İstikrarsızlık

    Mecusilik

    Leave A Reply Cancel Reply

    • Son Eklenenler
    • Çok Okunanlar
    20 Mart 2017

    Bir Geleneği Olmak Mahmud Erol Kılıç

    4 Haziran 2016

    Ramazan Risalesi

    16 Mayıs 2016

    Tasavvuf Risalesi – Bediüzzaman

    20 Nisan 2016

    Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri

    18 Nisan 2016

    Şer’i Delil Karşısında Keşf ve İlham İddiası Geçersizdir

    20 Mart 2017

    Bir Geleneği Olmak Mahmud Erol Kılıç

    7 Temmuz 2015

    Şeyh İzzeddin Hazretlerinin Vasiyetleri

    7 Temmuz 2015

    Şeyh İzzeddin Hazretlerinin Hayatı ve Yolunun Özellikleri

    7 Temmuz 2015

    Şeyh Alaaddin Hazretlerinin Dilinden Şeyh Ahmed Haznevi Hazretleri

    7 Temmuz 2015

    Şeyh Hazretin Sözlerinden Seçmeler

    • İslam Kültürü
    17 Kasım 2015

    Abid-Arif

    17 Kasım 2015

    Adak

    17 Kasım 2015

    Adet-i İlahiyye-İstidrac-Mucize

    17 Kasım 2015

    Ağlamak

    17 Kasım 2015

    Ahiret Yolculuğu

    • Haznevi Ekolü
    9 Temmuz 2015

    Allah İsmi Celili İle Zikretmek

    9 Temmuz 2015

    İnşirah Suresi ve Manevi Hayatımız

    9 Temmuz 2015

    Kuran-ı Kerim´de Zikir ve Tasavvuf Yolu

    9 Temmuz 2015

    Vesile Takva Cihad ve Tasavvuf

    8 Temmuz 2015

    Haznevi Mürşidlerine Genel Bir Bakış

    • Şeyh Muhammed Muta
    18 Şubat 2016

    Gerçek Muhabbet

    18 Şubat 2016

    Sünnetin Önemi ve İttiba

    17 Şubat 2016

    12 Rebiülevvel

    15 Şubat 2016

    Allah (c.c.) ve Rasulünü (sav.) Yüceltmenin Hakikatı

    15 Şubat 2016

    Müminlerin Hangisi Daha Akıllıdır ?

    Latest Reviews
    Etiket Bulutu
    abdest ahiret Allah bayram namazı cemaat cuma duası cuma namazı dua edep ehli sünnet ezan fitre gece namazı hac haram hatim hayrı istemek haznevi hilal imam iman irfan islam itikaf kuran musibet namaz niyaz orucun önemi oruç pişmanlık ramazan ramazana veda ramazan ayının büyüklüğü sadaka secde tasavvuf teravih tevbe teyemmüm tövbe umre yakarış yalvarış zekat
    Recent tabs widget still need to be configured! Add tabs, add a title, and select type for each tab in widgets area.
    © 2015 Haznevi.net

    Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.