Bedir ve Uhud Arası

0

Bu iki gaza arasında müslümanlar savaş taktiklerini öğren­diler, îlk olarak zaferin, ikinci olarak da yenilginin sebeplerini öğrendiler. Her şeyi´ yerli yerince yapan kumandana itaat ettik­lerinde zafere kavuşacaklarını, kalblerinin birbirine ısınacağı­nı, bunun sonucunda da tam bir galibiyete ulaşacaklarını anla­dılar. Huneyn savaşında ve Rumlarla yapılan bazı gazalarda olduğu gibi, her ne kadar işin başında tam bir galibiyet elde et-mediyseler de, tam bir hezimete de uğramadılar.

Bu ara dönemde, yani Bedir savaşı sonrasından Uhud savaşı başlarına kadar insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sos­yal bazı düzenlemeler yapıldı. Bu sosyal düzenlemelerle îslam toplumu, birbirleriyle yardımlaşmanın esaslarını yerine getirdi.

Bireysel yardımlaşmadan çok toplumsal yardımlaşma ve daya­nışmanın gerekliliğini anladılar. Çünkü Hz. Peygamber´in Me-dineli Ensar ile Mekke´li Muhacirler arasında oluşturduğu kar­deşlik, bireysel bir yakınlık bağını oluşturmuştu. Bedir gaza­sından sonra Cenab-ı Allah, zekat emrini vermekle, müslüman-lara toplumsal yardımlaşmanın zorunlu olduğunu bildirmişti. Yine Bedir savaşından kısa bir süre önce Cenab-ı Allah, fitır sadakasını da emretmişti. Bu, zengin kimselerin fakir ve mis­kin müslümanlara yapacağı bir yardımdı. Fıkıhçılarm çoğu­nun, Örneğin İbn Kayyım´m da bildirdiği gibi, bu sadaka, an­cak fakir ve miskinlere verilebilir. Yoksa daha ileriki sayfalar­da işaret edeceğimiz gibi, zekatın sarfedileceği bütün yerlere sadaka-i fıtır sarfedilemez. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre fıtır sadakasının vacipliği, düşkün kimseleri ihtiyaçtan kurtar­mak ve bütün müslümanlan, sevinç günü olan Ramazan bayra­mında sevindirmektir. Böylece fıkıhçılarm çoğunun görüşüne göre, vacip kılman fıtır sadakasıyla, müslümanlar arasındaki sevinç ve sürür genelleşecektir.

Zekata gelince, bu, ihtiyaç sahibi olan fakirlerle miskinleri kapsamına alan genel bir sosyal dayanışma kurumudur. Her ne kadar yoksul olmasalar da, sosyal ihtiyaç içindeki kimseler de zekat kapsamına girmektedirler. Noksanlıklardan münez­zeh olan yüce Allah şu ayeti kerime ile zekatın nerelere sarfedi-leceğini açıklamıştır: “Sadakalar (zekatlar) Allah´dan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (ze­kat toplayan) memurlara, kalbleri (islam´a) ısındırılacak olan­lara, kölelik altında bulunanlar a,borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlara mahsustur. (Toplanan zekat ancak bu sayılan yerlere verilir.) Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60) Bu ayeti kerimede, zekatın sarfedileceği sekiz sınıf in­san bulmaktayız. Zekatı devlet yetkilisi (veliyyül emr) her bel­dede toplar ve bunlara dağıtır. Nitekim Hz. Peygamber bir ha­disi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Zekatı (müslümanla-rın) zenginlerinden al ve fakirlerine ver”

Zekatın sarfedileceği ilk iki sınıf, fakirlerle miskinlerdir. Fı­kıhçılarm fakir ile miskini birbirinden ayırmaları hususunda yaptıkları tanımlamalar şöylece özetlenebilir: Fakir, kazancı ol­makla birlikte, bu kazancı ihtiyaçlarını karşılamayan muhtaç kimsedir. Miskin (düşkün) ise, yaşlılık kronik hastalık bir afet­ten veya bunlara benzer durumlardan dolayı az, ya da çok çalı­şıp kazanmaktan aciz kalan kimsedir.

Fakir ile miskinin her ikisi de zekata müstahaktırlar. Tabii ki miskin (düşkün), fakire oranla zekata daha fazla hak sahibi­dir. Eğer beytül-malda ikisine birlikte nafaka verecek kadar mal yoksa, o zaman miskin daha öncelikli olur. Miskine veril­dikten sonra kalan kısım verilir.

Zekat verilecek sekiz sınıftan üçüncüsü ise, zekat memurla­rıdır. Bunlar zekatı, mükellefi olan zenginlerden toplayıp layık olanlara dağıtan kimselerdir. Zekat toplayıp dağıtan memurla­rın bu sekiz sınıf arasında anılmaları, zekatın kendi başına ma­li bir vergi olduğunu göstermektedir. Zekat toplama işini gelir ve giderlerini gösteren bir bütçe hazırlanır. Bu bütçe devlet bütçesinden ayrı bir bölüm teşkil eder. Bu nedenledir ki, Beyt´ül-malı düzenleyen kimseler, zekat için de ayrı bir bölüm düzenlerler.

Zekat verilecek olan sekiz sınıftan dördüncüsü ise “Müellefe-i Kulub” tur. Bunlar, islam´a yeni giren kimselerdir. Bir miktar mal verilerek kalblerini islam´a ısındırmak ve imanlarını sabit kılmak maksadı güdülmektedir. Ayrıca kabilelerini de îslama davet etmeleri ve onları islam´a yaklaştırmaları maksadıyla kendilerine zekattan bir miktar verilir.

Bu, geçerliliğini korumakta olan bir ilkedir. Her ne kadar bazı kimseler bu ilkeyi Hz. Ömer´in, kaldırdığını iddia etmek­teyseler de, bu yanlıştır. Hz. Ömer´in yaptığı tek şey, Hz. Pey­gamberin kendilerine zekat vermiş olduğu kimselere zekat ver­memiş olmasıdır. Hz. Ebubekir de peygamber efendimizin yaptığını yapmış, onun zekat verdiği herkese, kendisi de zekat vermiştir. Hz. Ömer hilafet makamına geçince, kazanılmış “bir hak sayılmaması için, Hz. Peygamberce Hz. Ebubekir´in zekat verdiği kimselere zekat vermemiştir. Fıkıhçılar, verilmesini ge­rekli kılan bir sebebin meydana gelmesi halinde, zekatın müel-lefe-i kuluba verilmesinin vacib olacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir.

Zekatı îslâm daveti uğruna harcamak sahih olur. Aynı şekil­de islam´a girerek akrabalarından kopan, rızıklarını temin et­me yolları daralan müellefe-i kuluba da, kalblerini İslam´a ısındırmak, imanlarını sabitleştirmek ve yardıma müstehak olan kişilere de yardım etmek maksadıyla zekat vermek sahih olur.

Zekatın verileceği sekiz sınıftan beşincisi, köleleri azad et­mek maksadıyla zekat vermektir. îslam dini hürriyet, onur, in­sanlık, kardeşlik hakiki adalet dinidir. Dinimiz, insanın başka­sının mülkiyeti altında bulunmasını hoş karşılamaz. Hz. Pey­gamberin ve ondan sonra Hulefa-i Raşid´in devirlerinde Medi­ne, îslamî hükümlerin etkisiz olarak uygulandığı ve yüksek bir 1 sosyal adaletin hemen göze çarptığı kutsal bir kent olmuştur. Zekat hükümleri, Peygamber efendimizin Medine´ye hicretinin 3. yılında açıklanmıştır. Hz. Peygamber de bunun üzerine top­lumda sosyal adaleti garanti eden ve bütün toplumu afetlere karşı koruyan zekat hükümlerini tatbik etmeye başlamıştır. Efendileri ile mali bir meblağ üzerinde anlaşarak, bunu ödeme­si karşılığında hürriyetlerine kavuşacak olan kölelere zekat vermek, ayeti kerimenin emridir. Bununla ilgili olarak yüce rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariye) lerden, mukatebe (akdi) yapmak isteyenler (çalı­şıp belli bir para ödemek karşığında hürriyetlerini kazanmak isteyenler) le, eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz, mukatebe yapın ve Allah´ın size verdiği maldan, siz de onlara verin.” (Nur:33)

Böylelerine zekat vererek, efendilerinden kendilerini satın alıp hürriyetlerine kavuşturma imkanı hazırlamak gerekir. Selef-i Salihin de böyle yaparlardı. Rivayete göre adil hükümdar Ömer bin Abdulaziz´e zamanının Afrika valisi şöyle bir mek­tup yazmış: “Beytü´l- mal dolup taştı, kendisine yardım edebile­ceğimiz bir fakir kalmadı. Ne yapalım ” Bu mektuba cevaben o adil hükümdar şu cevabı vermiş: “Devlet olarak borçluların borçlarını ödeyin.” Bunun üzerine vali, hazineden, borcuların borçlarını ödemiş. Sonra tekrar mektup yazarak zekat sandığı­nın ağzına kadar dolduğunu ve harcayacak bir yer bulamadığı­nı bildirmiş. Yine Ömer bin Abdülaziz cevap olarak, müslü-man köleler satın alıp hürriyetlerine kavuşturmalarını bildir­miştir.

Halkın ve kainatın efendisi Hz. Muhammed (sav) zamanında hür insanlar îslamı muzaffer kılmak için bu yolu tutmuşlardı.

Zekatın sarfedileceği sekiz sınıflan altıncısı, borç yükü altında ezilen borçlulardır. Bunlara zekat verilebilmesi için, bu bor­cun altına günah ve masiyet uğruna girmemiş olmaları, borç aldıkları paraları israf etmeksizin harcamaları şarttır. Bunlar borçlarını ödemekten aciz kaldıkları takdirde, borçları zilletle­rini bertaraf etmek için beytül-malın zekat bölümünden karşı­lanır. İki hasmı barıştırmak gibi sosyal bir faaliyeti gerçekleş­tirmek, ya da katil olan akrabasının diyetini vermek için borç altına giren kimselerin borçları, beytü´1-malm zekat bölümün­den ödenir. Bunlar borçlarını ödemekten aciz olmasalar bile, borçları beytü´l- maldan ödenir ki, cömert kimseler, hasımları barıştırma işine teşebbüs etmekten geri kalmasınlar» îşte bu uğurda faaliyet gösteren kimselerin borçlarını hafifletmek için, kendilerine beytü´1-malm zekat bölümünden yardım edilir.

Bu anlattığımız hususlarda, Hz. Peygamber´e inen ilahi şeri­at ile, bu şeriatın indiği zamanlarda hüküm sürmekte olan Ro­ma hukuku arasında bir karşılaştırma yapmamız gerekmekte­dir. Roma hukuku bazan öyle bir uygulamaya girmiştir ki, borçlu kimselerin, borçlarını ödemekten aciz kalmaları halinde köleleştirilmelerini Öngörmüştür. Halbuki İslam şeriatı, borcu­nu ödemesi hususunda borçluya yardım edilmesini öngörmek­tedir, îşte bu da, Allah´ın şeriatı ile, insani nitelikte Roma hu­kuku arasındaki farktır.

Zekat verilecek olan sekiz sınıftan yedincisi yolculardır. Ken­di memleketinde zengin olsa bile, elinde malı bulunmayan yol­cuya beytü´l-malın zekat bölümünden yardım edilir. Memleke­tine dönmesine yetebilecek bir miktarda zekata hak kazanır. Ayrıca Beytü´l-malın borç olarak ona para vermesi de uygun olur. Memleketine döndükten sonra bu borcu hiçbir zorluğa katlanmadan ödeyebilmelidir. Aslında bu para, ya da mal, ken­disine borç olarak değil, mülk olarak yardım mahiyetinde ve­rilmelidir. Zekatın sarfedileceği sekiz yerden sonuncusu da, ze­katı Allah yolunda, yani cihad uğruna harcamaktır. Ordunun donanımı ve personel giderlerine göre bey t ül-m aldaki zekat toplamının sekizde biri ya da daha fazlası buraya verilebilir. Bazı alimler derler ki: Ayeti kerimede geçen “Allah yoluna” sö­zü bütün kamu yararlarını, örneğin köprü yapımını kapsamına almaktadır. Kaffal el- Şasi: “Allah yoluna” sözü, zekatın sarfedileceği sekizinci yerdir. Yoksa önce sözü edilen yedi sarf yeri buraya dahil değildir. Nitekim dini bir fariza olan zekatı orta­dan kaldırmak isteyen bazı kimseler bunu böyle anlamaktadır­lar” demiştir.

Diyetler

Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi, Bedir ve Uhud savaş­ları arasında müslümanların durumunu sosyal bakımdan iyi­leştirmek için bazı düzenlemeler yapılmıştır. Geniş kapsamlı olan bu düzenlemelerden bazısı Bedir savaşından önce olmuş­tur ki, namaz ve oruç gibi nefsi düzenlemeler ile sadaka-i fıtır gibi kısıtlı sosyal düzenlemeler bunların başmdaı gelmektedir. Nefsi düzenlemelerden kasdedilen şey, insanları ibadetlerle yü­ce Allah´a yaklaştırmak. O´nun yücelik ve azametini onlara his­settirmektir. Allah´a yaklaşan kimse, Allah´ın kullarına merha­met eder. Allah´ın kullarına merhamet eden kimse de onlarla dost olur ve onlarla ülfet peyda eder. Onlarla birlikte İslah edici bir kuvvet haline gelir.

Bütün bunlardan sonra ameli bir ıslahat olan zekat farz kı­lındı. Zekat, gücünü Allah´tan alan devlet başkanının, ya da onun adına vazife yapanların kuvvetiyle alman dini bir vergi­dir. Kişilerin kendi arzu ve istekleriyle değil, devlet yetkilisinin kuvvetiyle alınır. Ama kişiler kendi istek ve arzularıyla verdik­leri takdirde, sevapları da buna göre fazla olacaktır.

Zekat, erdemli bir toplumun oluşmasını sağlayan temel ilke­lerden biridir. Ama erdemli toplulukta da bazı sosyal müeyyi­delerin bulunması gerekir ki, erdemler korunabilsin. Çünkü îs-lami erdemler belirli bir onura sahiptir. Bunların bir kuvveti olmalı ki bu kuvvet sayesinde rezaletler önlensin.

Savaş gücü, nasıl ki devleti düşman saldırılarına karşı ko­ruyorsa, aynı şekilde hadler ve kısaslar da bu rezilliklere karşı erdemleri koruyan sosyal müeyyidelerdir.

Ibn Cerir et- Taberi´nin anlattığına göre, diyet hükmü hic­retin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Diyetler meşru kılındığı­na göre, bir kimseyi öldüren, ya da organ telef eden kimselerin de kısasa tabi tutulmaları gerekir. Çünkü diyetler manevi kı­sastırlar. Kısasın sureten tatbiki imkansız olduğu takdirde, di­yet verilmesi gerekir.

Hicri ikinci yılda meşru kılınan kısasla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ttEy inananlar! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (ya­ni katil) kardeşi tarafından affedilirse o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapma (sı, uygun diyeti istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme (si) gerekir. Bu, rabbiniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra da saldırıya kalkar­sa, artık onun için acı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısas-da sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz.” (Bakara 178-179)

Şüphesiz ki, kısas hükmü sosyal düzenin sağlanması ve ko­runması bakımından önemli bir ilkedir. Çünkü insanlar, kısas ile kendisine saldıracak olan diğer insanlara karşı korunmak­tadır. Ayrıca kısasın uygulanmasıyla kişinin hayatı güvence al­tına alınmakta, şeref ve haysiyeti korunmaktadır. Kısas hük­münün uygulanması, insanların birbirine karşı işleyecekleri suçta caydırıcı bir rol oynayacaktır. Ayrıca kısas hükmünün uygulanmasıyla, cahiliyet adetleri de ortadan kaldırılmış ola­caktır. Çünkü cahiliyet devrinde, bir kişiye karşılık bin kişinin öldürüldüğü bile olmuştur. Mesela şerefli bir kimseyi Öldüren katil,eğer şerefçe onun mertebesinden değilse öldürülmez; onun yerine katilin akrabaları arasında, şeref ve neseb bakımından öldürülene denk olan biri seçilip öldürülürdü. Yani cahiliye devri insanları cana can kısasını yeterli görmüyor, işi daha da ileriye götürüyorlardı.

Kısas hükmüyle hased ruhu ve nefîslerdeki kin öldürülmüş. En azından hasedin tesirleri hafifletilmiş, kıskanç kimselerin nefisleri frenlenmiştir. Çünkü kişi, başkasını öldürmesi duru­munda, ileride kendisinin de kısasa tabi tutulacağını bildi­ğinden dolayı cinayet işlemeyecektir. Noksanlıklardan münez­zeh olan yüce Allah, kurbanı kabul edilen takvalı Habil´i, kar­deşi Kabil´in öldürmesine sebebiyet veren hasedin ve çekeme-mezliğin etkisini anlatarak şöyle buyurmuştur: “Bundan dola­yı Israiloğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş; kim de onu (n hayatını kur­tarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibidir.”

(Maıde: 32)

Çeşitleriyle diyet hükümleri, daha önce de söylediğimiz gibi, bu ayeti kerimedeki kısas hükmünün aslına tabidir. Tevrat´taki kısas ayetinin açıklandığına göre, Önceki peygamberler de, kendi şeriatlerinin gereği olarak kısas hükmünü uygulamışlar­dır. Bu hüküm, İslam´a kadar devam etmiştir. Allahü Teala Maide Suresi´nde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Onda (Tevrat´ta) onlara: cana can göze göz, buruna burun, ku­lağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yaz­dık. Kim bunu bağışlarsa o kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Mai­de: 45)

Bu anlattıklarımızla, Bedir ve Uhud gazaları arasındaki dö­nemde, insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek, kısas hük­münü koymak, diyetleri açıklamak gibi sosyal ıslahat ahkamı konulmuştur. Diyetler kısas şartlarının tahakkuk etmediği, ya da kısasın tatbikine imkan bulunmadığı zamanlarda söz konu­su olurlar. Elbette ki, doğruyu en iyi bilen yüce Rabbimizdir.

Hz. Ali´nin, Hz. Fatıma ile Evlenmesi

Bedir gazasından sonra Hz. Ali (k.v.) Fatümetüz-Zehra (r.a.) ile evlenmiştir. Buhari´nin rivayetine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bedir savaşında ganimet olarak payıma iki de­ve düşmüştü. Hz. Peygamberin kızı Fatıma ile evlenmek iste­diğimde Kaynuka Oğullarından bir kuyumcu ile anlaşarak çöle gidip orada boya otu (izhir) toplayıp bunları kuyumculara sat­mak ve elde ettiğim parayla düğün masraflarını karşılamak için anlaşma yapmıştım. Ben ensardan bir adamın evinin ya­nına bıraktığım develerim için semerlerini, iplerini ve hararla­rını getirmek üzere işe koyulmuştum. Nihayet gerekli malze­meyi toplayıp develerin yanına geldiğimde hörgüçlerinin kesil­miş, böğürlerinin yarılmış, ciğerlerinin de bir kısmının koparıl­mış olduğunu gördüm. Ağlamaktan kendimi alamadım. Gözle­rimden yaşlar boşandı ve bunu kim yaptı diye sordun. Dediler ki: Abdulmuttalib´in oğlu Hamza yaptı. îşte o, şu ensarilerin evinde içki içmektedir. Yanında da şarkıcı bir kadın var; ona şarkı okuyor. Kadın şarkı okurken ona şöyle demiş: “Ey Ham­za! Devenin hörgüçlerine gitsene…” Şarkıcı kadının bu sözleri üzerine Hamza gidip develerin hörgüçlerini kesmişti. Ben bu manzarayı görünce koşarak Resulullah (sav)´ın yanına gittim, yanında Zeyd bin Harise de vardı. Dedim ki: Ey Allah´ın Resu­lü! Bugünkü gibi bir durumla karşılaşmadım. Hamza, benim develerime saldırmış, hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini yarmış. Şimdide falan evde içki içmektedir. Nedimeleriyle birlikte içki sofrasında bulunmaktadır. Ben böyle der demez Hz. Peygamber abasını getirmelerini istedi. Getirdiler, abasını üzerine alıp he­men yola koyuldu. Ben ve Zeyd bin Harise onun peşine düş­tük. Nihayet Hamza´nın bulunduğu eve geldi. İçeriye girmek için izin istedi, girmesine izin verildi. Girer girmez yaptığı iş­lerden ötürü Hamza´yı ayıplamaya ve kınamaya başladı. Ama Hamza sarhoştu ve gözleri kızarmıştı. Hz. Peygambere baktı, sonra dizlerinden başlayıp mübarek yüzüne doğru gözlerini kaldırdı ve onu seyretmeye başlayarak şöyle dedi: “Siz kimsi­niz Siz ancak benim babamın köleleri olabilirsiniz!” Hz. Pey­gamber onun sarhoş olduğunu anladı geri dönüp gitti. Biz de onunla birlikte Hamza´nın bulunduğu evden çıkıp gittik.” Bu olayı nakletmemizin sebebi, bunda İslam aslanı Ebu Talip oğ­lu Ali´nin evlenmesinden bahsedilmesidir. Hz.Ali yirmi dör­düne ayak basınca evlenmişti. Biz Hz. Peygamberi ve onun şe­refli aile efradını anmakla hayır ve berekete nail olacağımızı umuyoruz. Ayrıca bunun yanında bu rivayet beş şeye de işaret etmektedir:

1- Büyük mücahit Hz. Ali, düğün masrafını karşılayacak ka­dar mala sahip değildi. Bunun için de çölün ortasına düşerek izhir otu toplamajc zorunda kalmıştı. Halbuki Hz. Ali, Hz. Pey­gamberin amcasının oğlu olup onun yanında büyümüştü. Buna rağmen düğün masraflarını karşılamak için çöllerde kalmıştı.

2- Bu haberde açıkça anlatıldığına göre, Hz. Ali´nin payına düşen iki deve, Hz. Peygambere verilen beşte bir ganimetten gelmektedir. Bu da gösteriyor ki, Bedir savaşındaki ganimetler beşe bölünmüştür. Ebu Ebeyd´in “Kitab´ül- Emval” adlı eserin­de iddia ettiği gibi, mücahitler arasında eşit ölçüde paylaştırıl­mamış ti.

3- Hz. Peygamber o öfkeli anında dahi Hamza´nm bulunduğu eve girmek için izin istemeyi unutmamıştır. îçki sofrasında bu­lunan kimselerin yanına girmek için bile izin istemeyi gerekli görmüştür.

4- îçki, insan nefsini fazlasıyla etkiler, Allah´ın aslanı Ham-za, bu yüzden Hz. Peygamber´e karşı ayık iken yapmasına im­kan bulunmayan hareketler yapmıştı.

5- O zamanlar, içki henüz kesin bir hükümle haram kılınma­mıştı. Ayrıca içki, insanlar arasında kin ve düşmanlık duygula­rını kabartır. Eğer hikmetli, akıllı ve iyi kimseler olmasaydılar, içki, Hz, Hamza, Hz. Ali ve Hz. Peygamber arasında bir düş­manlık nedeni olabilirdi.

Bedir ve Uhud Savaşları Arasındaki Gazveler

Büyük Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber, etraftaki ka­bileleri tanımaya ve onlara gitmeye başladı. Medine-i Münev-vere´ye dönüşünden yedi gece sonra Ibn Ishak´ın da dediği gi­bi, Beni Süleym kabilesinin yanlarına gitti. Onlara ait Kedir suyunun başına vardı. Oradakilerin durumunu araştırmak, mıntıkaları hakkında bilgi edinmek maksadıyla üç gece kaldı. Sonra Medine´ye döndü. Hiç bir zorlukla ve tuzakla karşılaşma­dı. Bu anlatılanlar, hicretin ikinci yılının Şevval ayında olmuş­tur. Buna Kedir Gazvesi denir.

Hz. Peygamberin kabileler hakkında bilgi edinmek ve İslam daveti yolunda karşısına çıkan kimseleri tanımak için yaptığı gezi ve dolaşmalara savaş değil, fakat gazve diyoruz. Çünkü bunlar İslam davetini yaymaya ve ileride meydana gelecek olaylara karşı hazırlanmaya yönelik faaliyetlerdi. Bütün bu ge­zilere çıkarken, Medine-i Münevvere´de kendi yerine bakacak bir kimseyi vekil olarak bırakırdı.

Sevik Gazvesi

Hicretin ikinci yılı Zilhicce ayında yapılan bu gazvenin sebe­bi, yenik düşen Kureyş ordusunun geri dönmesi ve Kureyş´in büyüklerinde dinmeyen bir kin ateşinin alevlenmesidir. Bunlar Hz. Muhammed´in peygamberliğine karşı inatçı küfürlerini de­vam ettiriyorlardı. Tevhide sarılmaya, putları terk edip Rah-man´a ibadet etmeye çağıran Muhammedi risalete karşı savaş­çılıklarını sürdürüyorlardı. Bunların başında şirkin önderliğini yapan Ebu Süfyan gelmekteydi. Ebu Cehil Ukbe bin ebi Muayftan sonra gelen bu şahıs, Bedir savaşında müşrik ko­mutanlarının en başta gelenlerindendi. Ebu Süfyan, Hz. Mu-hammed´le savaşmadan yıkanmamaya yemin etmişti. Müslü­manlardan korkuları o kadar şiddetliydi ki, o görülmemiş ye­nilgiden sonra artık yataklarında uyuyamaz hale gelmişlerdi. Çünkü o yenilgide kavmi telef olmuş, yetişkinler öldürülmüştü. Şiddetli bir öç ve intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktaydılar. Bu­nunla beraber Ebu Süfyan yeminini çözmek istiyordu. Ku-reyş´ten topladığı ikiyüz süvariyle yola çıkıp Necid taraflarına yöneldi. Yesip denilen ve Medine-i Münevvere´ye üç fersah ya­kınlıkta bulunan bir dağın eteğine geldi. Müslümanlardan hiç­biriyle karşılaşmadan Nadiroğullari yahudileriyle irtibat kur­du. Bunlar, Medine´de müslümanlarla bir arada yaşayan kim­selerdi. Müslümanlara karşı dost görünmelerine ve onlarla ba­rış yapmış olmalarına rağmen, müslümanlara ve Hz. Peygam­bere karşı kalblerinde besledikleri öfke, kin ve düşmanlıktan Ebu Süfyan ´m haberi vardı. Geceleyin Nadiroğullarmm yur­duna gitti. Huyey bin Ahtab´m kapısın çaldı. Ama o, kapısını Ebu Süfyan´a açmadı. Çünkü ona karşı büyük bir Öfke besli­yordu. Bunun üzerine Ebu Süfyan, Selam bin Yeşkem´in evine gitti. O, zamanında Nadiroğullarının efendisi ve hazine­darıydı. Ebu Süfyan ´ı ağırladı ve mü´minlerin durumunu ona anlattı.

Ebu Süfyan, müslümanlar hakkında Nadiroğullarının müslümanlar hakkındaki bildikleri bütün sırları öğrendi. Be­raberindeki adamlardan birkaçını gönderdi. Bunlar Medine´nin bir nahiyesi durumunda olan Ariz mevkiine geldiler. Oradaki hurmalıkları yakıp evleri tahrip ettiler. Sonra orada bulunan Ensardan bir adamı ve ekmekte oldukları bir tarlada çalışan yardımcısını Öldürerek kaçtılar kimseyle savaşmadılar. Kaçar­ken de, kendilerine kolaylık olsun diye yüklerinin ve azıkları­nın çoğunu ellerinden bıraktılar. Hz. Peygamber durumdan ha­berdar oldu. O, kendisini imdada çağıranların imdadına koşma­yı vazgeçilmez bir görev sayıyordu. Hemen olay yerine gitti. Medine´de Ebu Lübabe´yi yerine vekil bırakmıştı. Kedir deni­len yere vardı. Ebu Süfyan ve beraberindekiler çoktan kaçıp gitmişlerdi. Fakat onun ikiyüze varan askerlerinin azıkları, terkedilmiş olarak orada duruyordu. En fazla kavut buldu. Ayrica müslümanlar, kendileri için bol miktarda gıda maddesine kavuşmuş oldular. Kavut bulduklarından dolayı bu gazaya, arapçada kavut anlamına gelen Sevik Gazvesi adım verdi er.

Bu gazve sonucunda müşrikler şiddetli bir korkuya kapıl­mışlar, inananlara karşı uyanık olmak ve onlar tarafından an­sızın bastırılmamak için gerekli tedbirleri almak gerektiği hu­susunda düşünmeye başlamışlardı. Yine bu gazve sonucunda müşrikler, canları ile mallarım korumak için gerekli önlemler almaya başladılar. îslamiyetin, öyle ansızın bastırılacak bir guç olmadığını ve gerçek bir kuvvet haline geldiğim anladılar, lar-ladaki iki insanı öldürmekle yiğitliğe yaraşmayacak bir iş yap­tıklarım farkettiler.

Zî-Emr Gazvesi

Hz. Peygamber Sevik gazvesinden sonra zilhicce ayı boyunca Medine´de kaldı. Müslümanların işlerini idare edip Kur´an-ı Kerim hükümlerini tatbik etti. Fazla beklemeden, Arap belde-lerininin durumlarını anlamak için işe koyuldu. Necid tarafla­rına yöneldi. Çünkü Ebu Süfyan ´m tarlada çalışan iki kişiyi öldürmek üzere gelen askerlerinin yolu Necid´den geçmektey­di. Bunlar o iki kişiyi öldürdükten sonra savaşmadan kaçıp git­mişlerdi. Etrafı yakıp yıkmışlar, ama kimseyle savaşmamışlar-dı. Hz. Peygamber Gatafanlılara yönelerek Necid´e doğru yola çıktı. Medine´de de vekil olarak Osman bin Affan (ra)´ı bırak­tı. Vakıdi, tarihinde bu konuyu anlatırken şöyle der: Hz. Pey­gamber Gatafanlılarla Salebeoğullarının müslümanlarla savaş­mak amacıyla Zi Emr denilen yerde toplandıklarını haber aldı. Hicretin üçüncü yılı Rebiul- Evvel ayının onikinci gecesinde Medine´den hareket ederek Gatafanlılara doğru sefere başladı. Medine´de vekil olarak yine Osman bin Affan´ı bıraktı. Berabe­rinde dörtyüz elli adamı vardı. Etraftaki Arabiler kaçıp gitmiş-ler,dağların tepelerine tünemişlerdi. Nihayet Hz. Peygamber Zi Emr denilen yere gelerek orada karargah kurdu. Bu gazve için orada onbir gün kadar kaldı. Daha fazla beklemeden geri dön­dü. Bu gazve esnasında müslümanlar, şiddetli bir yağmura ya­kalandılar. Öyle ki, Hz. Peygamberin elbisesi sırılsıklam oldu. Bir ağacın altına gitti ve elbisesini çıkarıp kurutmak için ağacin üzerine serdi. Yürekleri korkuyla dolu olan müşrikler, O´nu izliyorlardı. Aralarında atılgan bir adam olan Goris bin Ha­ris, diğer yoldaşları tarafından Hz. Peygamberi öldürmeye teş­vik edildi. Plana göre Goris, güvenlik içinde, emin bir vaziyette durmakta olan Hz. Peygamberi ansızın yakalayacaktı. Bu adam elinde parlak ve yalın bir kılıçla Hz. Peygambere doğru gitti. Yanına yaklaşınca kılıcını çekerek: “Ey Muhammed! Seni benim elimden kim kurtaracak !” dedi Hz. Peygamber de: “Al­lah..” diye cevap verdi. Bunun üzerine Goris´in elindeki kılıç yere düştü. Bu defa yerdeki kılıcı alan Hz. Peygamber ona: “Ya benim elimden seni kim alacak !” diye sorunca Goris: “Hiç kimse… şehadet ederim ki, Allah´tan başka Tanrı yoktur. Mu­hammed Allah´ın Resulüdür. Ve ben sana karşı gelecek olan düşman topluluğuna asla katılmayacağım!” dedi. Vakidi bu olayı Zi Emr gazvesi meyanmda anlatmaktadır. Ama Beyhaki buna benzer bir kıssayı Zat´ür- Rika gazvesini anlatırken nak­letmektedir. O da Hz. Peygambere kılıç çeken adamın Goris ol­duğunu söyler. Bazıları ise bunların iki ayrı kıssa olduğunu söylemişlerdir. Ancak Ibn Kesir´e göre, Hz. Peygambere kılıç çektiği söylenen Goris, iki rivayetten birinde geçen bir adamın adıdır. Öyleyse iki ayrı olayın meydana gelmiş olması mümkün değildir. Ancak bu, Hz. Peygambere kılıç çeken Goris ´in müs-lüman olmadığını ve Hz. Peygambere saldıracak düşmanlar arasına katılmayacağına dair bir söz vermemiş olduğunu farz edersek, mümkün olabilir, işin doğrusunu en iyi bilen, elbetteki Cenab-ı Allah´tır.

Bahran Taraflarına Yapılan Gazve

Kureyşliler kesinlikle, Hz. Muhammed (sav) ile, beraberinde­ki mü´minlerin güvenlik içinde yaşamalarını istemiyorlardı.Me-dine´ye saldırılarını önleyen tek sebep, onların saldırıdan yenik çıkmaktan korkmalarıydı. Bu korku ve ürküntüleri de amaçla­rını gerçekleştirmelerine engel oluyordu. Hz. Peygamber müş­riklerin durumlarını araştırma işini sürdürüyordu. Çevre mın­tıkaları yavaş yavaş hakimiyeti altına alıyordu. Düşmanları korkutan bu uygulaması ile arap kabilelerinin durumlarım öğ­renmeye, tslamiyeti Arapların bütün kabilelerine yaymaya, onlan ilahi nur ile aydınlatmaya çalışıyordu. Bu maksatla Medi­ne´den çıkarken yerine İbn Ümmü Mektum´u vekil bırakıp Kureyş´e doğru yol aldı. Furu nahiyelerinden Bahran denilen yere vardı. Orada rebiül ahir ile Cemaziyelevvel aylarını geçir­di bu süre içinde Arap kabilelerinin durumlarını araştırıp ince­liyor, onları yorulmadan îslama davet ediyordu. Zaten onun peygamber olarak gönderiliş amacı da buydu. O, savaş için de­ğil, hidayet için gönderilmiş bir peygamberdi. Savaş, sadece ts-lam davetini eza ve saldırılardan korumak, dine fitne karıştır­mayı önlemek, tslam hidayetinin yolunu aydınlatmak için meş­ru kılınmıştır. îşte bu nedenle herhangi bir kimsenin “madem Hz. Peygamber bir zorlukla, bir savaşla karşılaşmadı, elde ede­ceği bir kervan da yoktu; ne diye bu kısa sayılmayacak süre bo­yunca Medine´yi terketti ” şeklinde itirazda bulunması doğru değildir. Çünkü onun amacı savaş taktikleri yapmak ve başka­larının mallarını müsadere etmek değil, aksine îslamiyeti yay­mak ve tevhid davetini dünyanın dört bir yanına duyurmaktı.

Kaynuka´da Yahudilerin İç Yüzünün Açığa Çıkması

Yahudilerin, müslümanların kalblerine şüphe salmak, müca­hitler arasına tereddüt ve hezimet ruhu aşılamak gayretlerini, büyük Bedir gazasmdana sonra kalblerinin kinle doluşunu, putperestlere kindarlığı nasıl aşıladıklarını, müslümanlara dil uzatan ve onlarla alay eden münafıkları Hz. Peygamberin nasıl Mescid´i Nebevi´den kovduğunu önceki sayfalarda kısaca anlat­mıştık. Fakat bütün bunların yanı sıra Medine´nin ortasında müslümanlarla beraber yaşamakta olan bir grup yahudinin, yani Kaynuka oğullarının müslümanlara karşı öfkelerini nasıl açığa vurdukları da bilinen bir gerçekti. Hz. Peygamber, onla­rın dilleriyle açığa vurdukları kinlerini bildiği halde, bunu bil­mezden gelerek, onları hikmet ve güzel öğüt ile hakka davet et­mek için büyük çaba harcıyordu.

Hz. Peygamber Kaynuka çarşısında bu yahudilerle karşılaş­tı. Onlarla komşunun komşusuyla nasıl konuşması gerekiyor­sa, öyle konuştu. Onları doğru yola çağırdı ve dedi ki: “Ey yahu-diler topluluğu! Kureyş´in başına gelen bela ve musibetin sizin başınıza da gelmemesi için Allah´tan sakının ve müslüman olun. Sizler, benim Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğumu mutlaka biliyorsunuz. Çünkü buna dair bilgileri ki­tabınızda (Tevrat´ta) görmektesiniz. Allah´ın bu hususta aldığı bir söz vardır.”

Yahudiler bu doğru ve tatlı söze kaba tarzda cevap vererek hiddetlerini açığa vurdular: Ey Muhammed sen bizi, kendi kav­mine (Kureyşlilere) benzetmektesin. Savaş bilmeyen Kureyşli-lerle karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Evet bu sana bir fırsat vermiştir, fakat Allah´a yemin olsun ki, eğer bi­zimle savaşacak olursan, bizim nasıl insanlar olduklarımızı el-betteki göreceksin.

Hz. Peygamber bu ürkütücü ve korkutucu cevabı duymazlık­tan geldi. Çünkü o, sözlü saldırılarda bulunanlara savaş aç­mazdı. Sadece İslam´a karşı eyleme girişenlerle savaşırdı.

İbn İshak, Allahu Teala´nm Hz. Peygambere, Kaynuka oğulları yahudilerine şu cevabı vermesini emrettiğini anlat­maktadır: “înkar edenlere: yenileceksiniz, toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!´ de. (Bedir´de) karşı­laşan şu iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Biri Allah yo­lunda savaşanlardır, diğeri inkarcılardır ki, bunlar karşı tara­fı gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah dilediği­ni yardımıyla destekler. Bunda görebilenler için bir ibret Var-dir.” (Ali lmram 12-13)

Yahudilerin, kendilerini müslümanlarm iki misli görmeleri, savaşta onlarla karşılaştıkları anda olmuştur. Çünkü onlar da­ha önceleri kendilerini mü´minlerin sayısı kadar ve onların kuvvetinde görüyorlardı. Ama Cenab-ı Allah, dilediklerini, az da olsalar, çok da olsalar, kendi yardımı ile destekler. Allah´ın izniyle nice az sayıdaki topluluklar, çok sayıdaki toplulukları mağlup etmişlerdir.

Ama Kaynuka oğullan sadece konuşmakla kalmadılar. Müs­lümanları bölmek için şüphe tohumları saçmakla yetinmediler. Sözlü kötülük sınırını da aşarak, eylemli kötülük safhasına geçtiler. Müslümanların yakınında toplanmışlardı. Açıkça ahde vefasızlık ediyor, anlaşmaya saygı göstermiyor, Hz. Peygamber ile müzminlere dil uzatıp eziyet ediyorlardı.

ibn İshak´ın anlattığına göre, müslüman bir kadın alışveriş -yapmak üzere Kaynuka oğullarının çarşısına gitmiş, bir kuyumcunun dükkanında oturmuştu. Yahudiler müslüman kadı­nın yüzünü açmasını istediler. Ama o, bunu kabul etmedi. Fa­kat kuyumcu elini kadının eteğine atarak elbisesini toplayıp sırtına bağladı. Ayağa kalkınca kadının mahrem yerleri görün­dü. Onu bu halde gören yahudiler gülmeye başladılar. Kadın, çığlık atmaya başladı. Durumu gören müslüman bir erkek, o fe-sadçı ve yaramaz kuyumcunun üzerine atılarak hemen oracık­ta öldürdü. Kuyumcu, yahudiydi . Bu sebeple diğer yahudiler de bu müslümanın üzerine atılarak onu Öldürdüler. Ölen müs-lümanın aile efradı yahudilerden intikam alması için müslü-manlardan yardım istediler. Bu olaya çok öfkelenen müslüman-lar, Kaynuka oğulları ile savaşmak istediler. Kadının erdem ve iffetini korumak için savaş zorunlu hale gelmişti. Çünkü yahu­diler müslümanlarla yapmış oldukları anlaşmayı en çirkin bir şekilde bozmuşlardı.

Ben-i Kaynuka Muhasarası

Kaynuka oğulları, bu müslüman kadına yaptıklarından, müslümanlara dil uzatmaktan, eziyet ve zulüm yapmaktan do­layı sorumlu tutulmuşlardı. Ama bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber, onlara karşı sabırlı davranıyor, onlarla yapmış ol­duğu anlaşmaya riayet ediyordu. Fakat onlar müslümanlardan bir kişiyi öldürünce, Hz. Peygamber dayanamayarak yurtlarını kuşatma altına aldı. Onbeş gün süren kuşatma sırasında Hz. Peygamber, Medine´de kendi yerine Beşir ibn Abdülmünzir´i, yani Ebu Lübabe´yi vekil olarak bırakmıştı. Kuşatma şiddet­lenip uzayınca Kaynuka oğulları, Hz. Peygamberin vereceği hükme razı olup teslim oldular. Hz. Peygamber de onları Öldür­medi ve Medine dışına sürgün etti. Bunlar Hazreç´lilerin müt­tefikiydiler. Hazreçlilerin başında da münafıkların lideri Ab­dullah bin Übey bulumaktaydı. Ubade binSamit de onlar­dandı, ibn Übey, Kaynuka oğullarına yardım etmiş, Hz. Pey­gambere gelerek: “Ey Muhammed benim dostlarıma ve mütte­fiklerime iyilik et” demişti. Hz. Peygamber (sav), onun bu sözü üzerine kararını biraz geciktirdi. Ama tekrar gelerek şımarık bir şekilde ve “resul” sıfatını kullanmaksızın “Ey Muhammed, dostlarıma ve müttefiklerime iyi davran” dedi. Hz. Peygambere “resul” olarak hitap etmemesi, onun münafıkların etkisi altın­da kaldığını gösteriyor. Münafıklıklar, üslubundan anlaşılıyor­du. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ve onları konuş­malarından da tanirsin.” (Muhammedi 30)

Abdullah bin Übey bin Selül, Hz. Peygambere karşı kul­landığı şımarıkça ifadelerle birlikte, elini onun zırhının yakası­na atıp adamlarım ve müttefiklerini serbest bırakmasını söyle­mişti. Hz. Peygamber: “Beni bırak!” demiş ve öfkelenmiş, hatta yüzü morarmıştı. Sonra yine. “Yazık sana… Bırak beni!” diye onu uyarmıştı. Münafık Abdullah bin Übey ise, şöyle cevap vermişti: “Bırakmam vallahi! Beni, Hadaik ve Buas günlerinde kızıl ve karalara karşı koruyan, bir sabahta kesip biçmek iste­diğin bu müttefiklerimden dörtyüz zırhlı ve üçyüz zırhlıya lütuf ve iyilik etmedikçe yakanı bırakmam! Ben, vallahi bu kadar in­san yüzünden felaketin aleyhe döneceğinden korkuyorum!” Hz. Peygamberin, Kaynuka Oğullarını Öldüreceğini sanmıştı. Oysa Hz. Peygamber sadece onları Medine´den çıkarmak niyetindey­di. Onları öldürmek istemiyordu. Cevap olarak dedi ki: “Onları sana bırakıyorum.” Yani onları sürgün ediyorum ve Öldürmüyo­rum.

Hz. Peygamber en az zararla onların serlerini bertaraf et­mek istemişti. Münafıkların başı işte böyle bir tutum sergile­mişti. Fakat Abdullah bin Übey gibi, kendisi de Kaynuka Oğullarının müttefiki olan Ubade bin Samit de şöyle demişti: “Ben Allah ve Resulü ile mü´minleri dost edinirim. Şu kafirlerle müttefik olmaktan ve onları dost edinmekten uzağım.”

îşte iki kişi… Biri mü´min, diğeri münafık.

İbn İshak, Abdullah bin Übey ile Ubade bin Samit hak­kında Cenab-ı Allah´ın şu ayeti kerimeyi inzal buyurduğunu söylemektedir: “Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim top­lumu doğru yola iletmez. Kalblerinde hastalık bulunanların: “Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz!” diyerek, onlara koş­tuğunu görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de, kalblerinde gizlediklerine içleri yananlara dönerler. İnananlar, “sizinle beraber olduklarını bütün güçle­riyle Allah´a yemin edenler bunlar mıydı ” derler. Onların emelleri boşa gitmiş ve kaybedenlerden olmuşlardır. Ey ina­nanlar! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve onların O´nu sevdiği; İnananlara karşı alçak gönüllü, inkar­cılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesin­den kormayan bir millet getirir. Bu, Allah´ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah (m lütfü) geniştir, (O), bilendir. Sizin dos­tunuz ancak Allah, onun elçisi ve namazlarını kılan, zekatları­nı veren, rükua varan mü´minlerdir. Kim Allah´ı O´nun elçisini ve müzminleri dost edinirse, bilsin ki, şüphesiz Allah´tan yana olanlar üstün gelirler.” (Maide: 5 i- 56)

Bu ayeti kerimelerin, münafıkların lideriyle mü´minlerden biri olan Ubade bin Samit hakkında bir karşılaştırma yap­mak amacıyla nazil oldukları doğru ise de, aynı zamanda ayet­te yahudiler ve münafıklarla dostluk yapanları tanımlayan ge­nel nitelikler de bulunmaktadır.

Kaynuka Oğullarının işi sürgünle sonuçlandı. Medine, onla­rın pisliklerinden temizlendi. Bu sürgün olayı Hz. Peygamber ´den kaynaklanan bir tecavüz ve saldırı değildi. Aksine onların tecavüzlerinden ve sözlerinde durmamalarından kaynaklanan zararları bertaraf etmek için yapılmıştı. Kaldı ki onlar, kötü komşu idiler. İnsanların, onların kötülük ve fesadından korun­maları için Medine´den sürgün edilmeleri gerekiyordu.

Zeyd bin Harise´nin Seriyyesi

Bedir gazasından sonra Kureyşliler, uğradıkları yenilginin etkisiyle Şam´a düzenlemekte oldukları ticaret kervanlarını Medine yakınındaki yoldan geçirmekten korktular. Bu yoldan daha´uzun olsa bile, daha güvenli olan bir başka yolu, yani Irak yolunu seçtiler. Uzaklığından dolayı daha Önceleri bu yoldan hiç gitmemişlerdi. Yolu tanımıyorlardı. Kendileri kılavuz ola­rak, aynı zamanda müslümanlarla ittifak içinde bulunan Sehm Oğullarının müttefiği Bekr bin Vail Oğulları kabilesinden bir adamı kiraladılar.

Ama Hz. Peygamber, bütün çöl yollarım-biliyordu. Kureyşli-lerin kervanlarının geçeceği yolu da tanıyordu. Hangi yoldan gittiklerini araştırması ve elden kaçırılmamaları için Zeyd bin Harise´yi, bir seriyyenin başına kervanı takip etmeye gönderdi. Seriye onları Kırade suyunun yanında yakaladı. Su içmekte ve hayvanlarını sulamaktaydılar. Zeyd ve seriyesi kervanı ele geçirip Hz. Peygamberin yanına getirdiler. Malları, ganimet olarak müslümanlar arasında paylaşıldı. Fakat kervandaki adamlar kaçıp kendilerini kurtarmışlardı.

Bu seriyye ile ilgili olarak Vakıdi, Tarihi´nde şöyle der: “Zeyd bin Harise seriyyesi hicretin üçüncü yılında, Cemazi-yel-ewel ayının başında kervanı takibe başlamıştı. Kervanın başında Safvan ibn Ümeyye bulunuyordu. Aslında kervanın gönderiliş sebebi şuydu: Nuaym bin Mes´ud Medine´ye gel­mişti. Kendi kavminin, yani Kureyşlilerin dini üzerinde duran bu adam kervan hakkında bazı haberler getirmişti. Beni Nadir yurdunda Kinane bin Ebil Hakik ile bir araya geldi. Yanla­rında Suleyt bin Numan da vardı. Bunlar içki sofrası kurup kervan hakkında konuştular. Hemen o anda Suleyt bin Nu­man yanlarından ayrılıp Hz. Peygamberin yanına gelerek du­rumu ona bildirdi. Derhal Zeyd bin Harise, bir seriyyenin ba­şında, kervanı takip etmek üzere görevlendirildi ve hemen yola koyuldu. Kırade suyunun yanında onları yakaladı, mallarını el­lerinden aldı. Fakat kevrandaki adamlar kaçtıkları için seriyye bir, ya da iki adamı esir alabildi. Malları Medine´ye getirdiler. Hz. Peygamber onu beşe böldü. Beşte biri yirmibin (dirhem, ya da dinar) tutuyordu. Beşte dördünü peygamber efendimiz seri-yedeki adamlara dağıttı. Esir alınanlardan biri kılavuzluk ya­pan Furat bin Hayyan idi. Hemen müslüman oldu.”

Vakidi´nin bu rivayeti kervanın ne zaman yakalandığını ve hangi yollardan gittiğini belirtmektedir.

Suleyt bin Numan´m, Peygamber Efendimize derhal gelip kervanla ilgili haber vermesi, Hz. Peygamberin bu kervan hak­kında edindiği bilgilerden sadece birisi olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber son derece akıllı çlavranıp; Kureyşlilerin yapmakta oldukları işleri, Şam´a düzenledikleri ticaret kervanlarının hangi yollardan gideceğini ve ne zaman yola çıkacağını, ayrıca Yemen´e düzenledikleri kervanların ne zaman hareket edeceği­ni ve ne zaman yola koyulacağını tahmin etmişti. Çünkü Ku-reyşliler, ticaret kervanları için belirli zamanlarda yola çıkmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Cenab-ı Allah onların bu adet­lerini, bize şu ayette bildirmektedir: “(Allah´ın başka nimetlerinden dolayı kulluk etmeseler bile, hiç değilse) Kureyşin kış ve yaz yolculuklarında uzlaşmasını ve anlaşmasını sağladığı için, bu ev (Kabe´n) in rabbine kulluk etsinler. O(rab) ki, kendilerini doyuran ve korku içindeyken güven verendir.” (Kureyş Suresi)

Hz. Peygamberin mutlaka ileri görüşlü ve ferasetli olması gerekiyordu ve gerçekten de öyleydi. Onların bu vakitlerde ker­vanı yola çıkaracaklarını biliyordu. Eğer Medine yakı-nından geçmeyecek olurlarsa, o da mutlaka Irak yolu olacaktı. Haber geldi ve bu haber Hz. Peygamberin tahminlerine uyuyordu.

Yahudi Kâ b Bin Eşref

Şimdi anlatacağımız olay, bireysel bir olaydır; ama Mekkeli müşriklerle Hz. Peygamber arasında cereyan eden savaşlarla ilgilidir. Yahudilerin bu savaşlarda, müslümanları hezimete uğratmak maksadıyla müşrikleri kışkırtmaları, Medineliler arasında yenilgi ve tereddüt ruhu uyandırmaları, Mekke´de sa­vaş ateşlerini alevlendirmeleri gibi fitnekarlıklarıyla ilgilidir. Onlar her savaş ateşi tutuşturduklarında, Allah o ateşi söndür­müştü.

îşte Ka´b bin Eşref de müslümanlara karşı fitne ateşini alevlendirenlerden biriydi. Tay kabilesine mensup olan Ka´b´m annesi Nadir Oğulları yahudilerindendi. Görülüyor ki o, Hz. Peygamberin zamanında mü´minlere karşı barışçı bir yol tutan­ların safında yer almadığı gibi, kendi hallerinde yaşayan kim­selerin safında da değildi. Aksine düşmanlığını ortaya koymuş ve şu aşağıda sıralayacağımız suçları işlemişti:

a- Bedir´deki müşriklerin Öldürüldüklerini öğrenince, mü´minlere karşı kin ve öfkesini açığa vurmuş ve şöyle demişti: “Eğer Muhammed Bedir savaşma katılanları Öldürmüşse, artık yerin altı üstünden daha hayırlıdır!” Bu sözleriyle içinde sakla­dığı düşmanlığı ilan etmişti. Hz. Peygamber, kendisiyle muahe­de yapmamış olan ve düşmanlığını açığa vuran bir kimseye ne yapmalıydı

b- Ka´b, Hz. Peygamberi hicveder, bunu yaparken de en kü­çük bir saygı, şeref ve fazilet kaygısını hesaba katmazdı. Bütün bağlardan ve kayıtlardan sıyrılarak rezilce bir hicviye düzerdi. O, Musa´ya eziyet eden Yahudi ırkdaşları gibiydi. Bütün insani değerlerden sıyrılmıştı.

c- Medine´ye gelince Hz. Peygambere olan düşmanlığını açık­ça ilan etti. Yahudileri mü´minlere karşı kışkırttı. Hiç çekinme­den, ahlaki, dini değerlere riayet etmeden, mü´minler arasında şer ve fitne duygularını canlandırmaya çalıştı. Mü´min kadınlar hakkında müstehcen şiirler okurdu. Bu kadınların erdemlerini hiçe sayarak, haklarında kötü konuşurdu.

d- Yahudileri, Hz. Peygamberle yapmış oldukları anlaşmayı bozmaya kışkırttı. Hz. Peygambere iman etmeyenleri ona karşı isyan ve savaşa teşvik etti. Bütün hile, tuzak ve komplo yolları­nı denedi. Önüne geçip kendisini frenleyecek bir aşireti de yok­tu. Tek başına ve bağımsızca oturup çevreye bu pislikleri yayı­yordu. Beni Nâdir Oğullarıyla ilişkisi, sadece ana tarafmdan-dı. Onların Hz. Peygamberle yapmış oldukları anlaşma kendisi­ni bağlamıyordu.

e- Ka´b, kin ve düşmanlığını daha da ileriye götürdü. Müslü­manlar arasında fesat yaymak ve yahudileri onlara karşı kış­kırtmakla kalmadı. Mekke´ye giderek Kureyşlileri Hz. Peygam­bere karşı ayaklandırmaya çağırdı. Bedir gazasında yenilgiye uğrayanları Hz. Peygambere karşı savaşmaya kışkırttı. Onlar­la bağlantı kurdu, arkadaş oldu. Nihayet aralarındaki bu sıkı fıkılıktan ötürü Ebu Süfyan kendisine şöyle demişti: “Allah aşkına söyle, bizim dinimiz mi, yoksa Muhammed´le arkadaşla­rının dini mi Allah katında daha sevimlidir Sence hangimiz doğru yoldayız ve hakka daha yakınız Biz iri ve semiz develeri yeriz, su üzerine süt içeriz, hurma yeriz.”

Yahudi Ka´b, Ebu Süfyan´ın bu sorularına cevap olarak de­di ki: “Tabii ki siz doğru yoldasınız ve onlara nisbetle hakka da­ha yakınsınız.”

Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah da , onların ara­larında geçen bu konuşmayla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi (Baksa-na onlar) puta ve batıla inanıyorlar ve inkar edenlere: “Bunlar> inananlardan daha doğru yoldadır” âiyorlar. İşte onlar Al­lah´ın lanetlediği insanlardır. Allah, kimi lanetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın. Yoksa onların mülkten bir payı mı var Öyle olsaydı insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi. Yoksa Allah´ın, lütfundan insana verdiği için on­ları kıskanıyorlar mı Oysa biz ibrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık.n (Nisa: 5i~54)

îşte böylece düşmanlıkları ağızlarından dökülüyor. Yaptıkla­rı işler de insanları Hz. Peygambere ve mü´minlere karşı kış­kırtıyorlardı. Halk arasında fesat ve kötülükleri yayıyorlardı. Ka´b, bu konuda en belirgin bir örnektir. Müşrikleri mü´minle-re karşı kışkırtarak kasideler diziyordu. Bir şiirinde, Kureyşli-leri müzminlere karşı şöyle kışkırtıyordu:

“Bedir değirmeni savaşa katılan cengaverleri öğüttü.

Bedir, bazan doğan, bazan da batan bir aydır.”

Bir başka kışkırtıcı kasidesinde de şöyle diyordu: “Diyorlar ki: Bazı kavimler onların Öfkesiyle esir alındılar.

Doğrusu Eşrefin oğlu az mı ürkmüştü

Diyorlar ki: Muğire Oğullarının tümü

Ebu Cehil´in ölümü nedeniyle boyun eğip teslim oldular.

Rabia oğulları ile Münebbih

Bugüne kadar böyle bir ölümle karşılaşmamışlardı

Haber aldım ki Tübba ile Haris bin Hişam

Halk arasında asker topluyorlar

Medine´ye saldırmak için şüphesiz bizler,

Şerefli bir soyu korumak için çabalıyoruz”

îşte o, halkı bu gibi şiir ve kasidelerle Hz. Peygamberle sava­şa teşvik ediyor, müşrikleri öç almaya kışkırtıyor, kin ve düş­manlık ateşlerini alevlendiren ifadelerle ölüler üzerine ağıtlar diziyordu.

Bütün ahidlerden ve sözlerden sıyrılıp hiç bir bağa bağlan­mayan Ka´b bu tür propagandalarla müslümanlar aleyhinde .çalışıyordu. Elbette bütün bunlar karşısında, diğer nitelikleri yanında aynı zamanda tedbirli bir savaşçı niteliğine de sahip olan Hz. Peygamber sessiz kalamazdı. Ancak onun yaptıkların­dan dolayı kavmine, ya da mensup olduğu Nadir Oğullarına da savaş mı ilan edecekti Halbuki bu kavim içinde suçsuz insan­lar da bulunuyordu. Dolayısıyla böyle bir zamanda Nadir Oğul­larına dokunması uygun olmayacaktı. Kaldı ki, her günahkar ancak kendi günah yükünü taşır. Sonra Nadir Oğulları Yahudi­leri, o zaman Hz. Peygambere karşı topluca bir savaş açmamış­lardı.

Peki ama, Hz. Peygamber bütün bunlar karşısında susacak ve kötülüğün yayılmasına göz mü yumacaktı Şüphesiz en etki­li çare hastalığın etrafa yayılmadan kurutulmasıydı. Öyle bir durumda kurtuluş fesadın kaynağını kökten kurutulması için sadece Ka´b´m öldürülmesini zorunlu kılıyordu. Hz. Peygamber, onu habersizce yakalayıp öldürmeleri için arkadaşlarına çağrı­da bulundu ve bu işi yapacak birini seçmek istedi. Çünkü Ka´fo, bir kaleye sığınmıştı. Gürültü çıkarmadan ve hiç kimseyi ra­hatsız etmeden onu kimin öldüreceğini sordu. Sahabiler de, ona karşı tuzak hazırlama konusunda Hz. Peygamberden izin istediler. O da bu izni verdi.

îslam tarihi yazan Batılı yazarlar, Hz. Peygamberin gizlice tuzak hazırlatarak bir adamı nasıl öldürttüğünü sormuşlar ve bunun Allah tarafından gönderilen bir elçiye yakışmayacağını ileri sürmüşlerdir. Tabii ki onlar, Hz. Peygamebrin kötülüğe boyun eğmeyen aksine bütün türleriyle şerre karşı direnen as­habını da buna davet eden bir elçi olduğunu unutuyorlar- Daha büyük zararları önlemek için küçük bir zarara katlanmanın, dolayısıyla da Ka´b gibi kötülük odağı bir kişinin Öldürülmesiy­le birçok kötülüğün önüne geçilmiş olacağı gerçeğini düşünmü­yorlar.

Batılı yazarlar, Hz. Peygamber´in onu, ansızın tuzağa düşür­terek Öldürttüğünü söylerler. Halbuki bu adam açıkça İslam´a ve Hz. Peygambere düşman olduğunu ilan etmişti. Müslüman kadınların aleyhinde, müstehcen şiirler yazıp okuyor, Yahudi­leri mü´minlerle yapmış oldukları anlaşmadan caymaya teşvik ediyor, bununla da yetinmeyerek, Mekke´ye gidip orada müslü-manlara karşı kin tohumları saçıyordu. Bütün bunları açık ola­rak yapmıştı. Şu halde Hz. Muhammed´in ona karşı bir tedbir alması kaçınılmaz olmuştu. Çünkü bu adam maddeleşmiş bir kötülük odağıydı. Ayrıca bütün yaptıkları karşısında Hz. Mu­hammet! (sav)´in onu yok etmek için tedbir aldığım düşüneme­miş olması mümkün değildi.

Fakat yine de Hz. Peygamber, onu beklenmeyen bir zaman­da Öldürtmedi. Aksine beklenilen bir zamanda bu emri verdi ki, bu da kesinlikle habersiz öldürmek sayılmaz. Hz. Peygamber´in onu Öldürtme emrini vermesi, büyük suçlar işlemiş bir kaçağı sağ ya da Ölü getirene, şu kadar mükafat verilecektir diye yapı­lan ilanlara benzemektedir.

Kısacası bu adamdan kurtulmak bir mecburiyet haline gel­mişti. Onun bozgunculuklarının Önüne geçmek için tek çare buydu. Hz. Muhammed´in yaptığı şey, onun kanını mubah kal­mak olmuştur. Çünkü hiçbir sorumluluk duymadan ve inanan­lar topluluğunu rencide ettiğini bile bile kötülüklerinde devam eden bir insanın layık olduğu ceza buydu. ı Hz. Peygamber (sav) ve onun semavi risaleti etrafında şek ve şüphe uyandırmaya çalışanlar, ilahi risaletin, yani peygamber­liğin böyle bir öldürme olayına aykırı olduğunu söylerler. “Sağ yanağına vuran adama, sol yanağını çevir (ki ona da vursun) ” dediğini söylerler.

Buna cevaben deriz ki: Dini davetin düşmanlarını ortadan kaldırmak risaletle çelişmez. Ulül- azm peygamberlerden olan Musa (as) da,kendi eliyle bir adamı öldürmüş, din düşmanla­rıyla savaşmış, kavmini de savaşmaya çağırmıştı. Bu yaptıkla­rı, ona Tevrat´ın inmesine vesile olan ilahi risaletine, yani pey­gamberliğine aykırı bir iş değildi. Tevrat ise, Yahudi ve hıristi-yanlara göre kutsal kitaplardandı.

Batılı yazarlar, peygamberlik rahmetinin adam öldürmeye ve savaşmaya engel olduğunu sanmaktadırlar. Oysa yasakla­nan şey, meşru olmayan şekilde adam öldürmektir. Ama bir kö­tülüğün önüne geçilmesinin başka hiçbir çaresi kalmamışsa, is-tenilmediği halde bu yola gidilir. Peygamberlik rahmeti genel­dir. Dolayısıyla bu genel umumi rahmet gereğince, suçluyu su­çundan ötürü sorgulamak ve yeryüzünde fesadı önlemek gere­kir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyuru­yor: “Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasay-di, dünya bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara: 251)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Ben rahmet peygam­beriyim ve savaş peygamberiyim.” Onun savaşçılığı merhame­tinden kaynaklanmaktaydı. Affetmenin çoğu şekilleri, azabın en şiddetlisini kapsamına alır. Örneğin düzelmesinden umut kalmayan caninin affedilmesi de bu şekilde olur. Hz. Peygam­berin şeriatı -affın topluma kötülük getirmesi hallerinde- affı .da kapsamına almaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: “Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz. Size yapılan azabın eşiyle azap edin. Ama sabrederseniz, (bu) sabredenler için daha iyidir” (Nahi: 126) Suçluyu suçundan dolayı sorgulamayıp affet­mek ve ona karşı sabırlı olmak, ancak suçunun topluma zarar vermesi ve saldırıya uğrayanın da bir ferd olması halinde mümkündür. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Affı (ko­laylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.” (Araf: 199) Evet affetmek, ancak zararı topluma sirayet etmeyen kişi­sel durumlarda mümkündür. Bununla ilgili olarak Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “İyilikle kötülük bir olmaz (Sen, kötülü­ğü) en güzel şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Bu (kötülüğü iyilikle savma olgunluğu) na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan kötü bir düşünce, seni dürtecek olursa hemen Allah´a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir.” (Fussilet: 34- 36)

Bu ayette geçen hususlar, toplumu değil, şahsı ilgilendiren durumlar için söz konusudur. Hıristiyanların Hz. İsa´ya nisbet ettikleri söz, ancak şahsı ilgilendiren durumlar içindir. Fakat onlar bunu daha geniş kitleleri ilgilendiren durumlar için de geçerli saymışlardır. Doğruyu gösteren Allah´tır. –

Share.

About Author

Leave A Reply