Diplomasi ve Mektuplar

0

Peygamber Efendimizin Hükümdarlara Mektup Gönderişi
Siyer alimleriyle sahih hadis kitaplarının ortak görüşüne gö­re hükümdarlara ve emirlere mektup gönderilmesi Hudeybi-ye´den sonra ve Mekke´nin fethinden önce olmuştur. Ancak bu alimler, Hudeybiye sulhunun yapılmasından sonra mı, yoksa Umretul Kazadan veya Mu´te savaşından sonra mı bu mektup­ların gönderilmiş olduğu konusunda görüş ayrılığına düşmüş­lerdir. Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre Umretul Kazadan sonra ve Mu´te savaşından önce hükümdarlarla emirlere Pey­gamber efendimiz tarafından mektuplar gönderilmiştir. Zira Amr bin As Habeşistan´a hicret maksadıyla Umretul Kazadan sonra Mekke-i Mükerreme´den çıkıp yola koyulmuş, Habeşis­tan´da, Resullah (s.a.v.) efendimizin Necaşi´ye gönderdiği elçi ile karşılaşmıştı. Nitekim Medine-i Münevvere´ye gidişi esna­sında da Halid bin Velid´le karşılaşmıştı. Halid bin Velid Mekke-i Mükerreme´ye gitmek ve Peygamber efendimize Umretül Kaza´dan hemen sonra tabi olmak, onun davet yolundaki sözle­rine uymak istiyordu. Tarihi kronolojiden de kesinlikle anlaşıl­dığına göre Peygamber efendimiz Mu´te savaşından Önce Bi­zans imparatoruna ve Şam´daki Gassan emirine mektup gön­dermiştir. Çünkü Mu´te savaşı, Şam´da müslüman olan bazı kimselerin Şam valisi tarafından öldürülmesi sebebiyle vuku bulmuştu. Ayrıca Peygamber efendimizin Gassan emirine gön­derdiği elçinin Öldürülmesi de bu savaşın sebeplerinden biri idi. Sebep, müsebbepten önce geldiğine göre mektubun gönderilme­si, elbetteki müsebbebinden, yani Mu´te savaşından Önce olma­sı gerekiyordu ki, bunun böyle olduğunda da kuşku yoktur.

Bütün bunların ötesinde sahih sünnetten de açıkça anlaşıl­dığına göre hükümdarlara mektup gönderilmesi Mu´te savaşın­dan önce vuku bulan bir olaydır. Müslim, Enes bin Malik´ten rivayet eder ki; Resullah (s.a.v.), Mu´te savaşından Önce Bizans imparatoruna ve Acem hükümdarına, ayrıca Necaşi ile diğer bütün zorba hükümdarlara mektup göndererek onları İslama davet etmiştir.

Peygamber Efendimizin Heraklius´a Mektubu Göndermesi ve Bunun Sunucu

Resulullah (s.a.v.) efendimiz şu içerikteki bir mektubu Dıhye bin Halife vasıtasıyla Heraklius´a göndermişti: “Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla, Allah´ın kulunun oğlu ve elçisi Muhammed´den Bizans´ın büyüğü Heraklius´a…. Hidayete tabi olanlara selam olsun.

İmdi ben seni islam daveti ile çağırıyorum. Müslüman ol se­lamete kavuş. Allah sevabını da iki kez versin. Eğer yüz çevirir­sen tebaanın vebalı senin boynuna olur. “Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah´a tapa­lım ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Biriniz diğerine Al­lah´tan başka tanrı edinmesin.” Eğer yüz çevirirlerse: “Şahit olun biz müslümanlarız!” deyin.” (ahimran: 64)

Bu mektubun. Bizans´ta, Şam halkı arasında ve Kureyş müş­rikleri nezdinde büyük bir etkisi oldu. Heraklius bu mektubu hükümdarlığının başına bela getirecek birinden değil de, sanki kendisine işiyle ilgili bir haberi getiren kimseden alan bir alim ve bilgin kişi edasıyla teslim aldı. Savaşlardan, kahramanlık­lardan, Peygamberlerin haberlerinden ve astronomiden anla­yan bir kimseydi. Etrafındaki ümera ve patrikler olmasaydı, o hakikati Hıristiyanlığın vasıtasıyla yaymak isteyen Hıristiyan bilginlerinden biri idi. Bu mektup kendisine ulaşınca Şam´da Peygamber efendimizin kavmi hakkında araştırmalar yaptırdı. Mekke-i mükerremeden gelen bir ticaret heyetinin, yanına ça-ğırılmasını emretti. Yanına getirilen ticaret heyetinin başında Ebu Süfyan bulunuyordu. Bu heyeti kendi meclisine davet etti. Heraklius´un çevresinde Bizans büyükleri bulunmaktaydılar. Sonra Ebu Süfyan´la beraberindeki Kureyşlileri yanına çağırttı. Bir tercüman da getirtti. Şimdi bu olayı Buhari de nakledildiği şekilde anlatalım:

Heraklius: “Peygamber olduğunu iddia eden şu adam (Hz. MuhammedYe neseb bakımından en- yakın olanınız kimdir ” diye sordu.

Ebiı Süfyan: “Ona en yakın olan benim.” dedi. Heraklius: “Şu adamı bana yaklaştırın” dedi. Ve adamları da Ebu Süf-yan´ı Heraklius´un yanı başına getirdiler. Sonra Heraklius ter­cümanına şöyle dedi: “Ben bu adama peygamber olduğnu iddia eden o kişi hakkında soru soracağım. Eğer bana yalan cevap verirse siz yalan söylediğini bana bildirin”.

Ebu Süfyan da: “Allah´a andolsunki o Araplar arasında Ebu Süfyan´ın yalan soyediğine dair bir haber yayılmayacak olsay­dı, mutlaka Muhammed hakkında yalan söylerdim.” dedi. Ebu Süfyan diyorki, Heraklius´un bana sorduğu ilk soru şuydu:

– Onun (Muhammed´in) aranızdaki soyu nasıldır

– Yüksek bir soydandır.

– Onun bu söylediklerini sizden önce herhangi bir kimse söy­lemiş midir

– Hayır.

– Babaları ve dedeleri arasında hükümdar olan kimse var mıydı

– Hayır.

– insanların şereflileri mi, yoksa zayıf ve güçsüz olanları mı ona uydular

– Hayır. Sadece zayıf ve güçsüz olan kimseler ona uydular.

– Ona uyanların sayısı artıyor mu, yoksa azalıyor mu

– Hayır, aksine artıyorlar.

– Ona uyduktan sonra dininden kızarak irtidat eden herhan­gi bir kimse görüldü mü

– Hayır.

– Bu sözleri (islamiyetle ilgili şeyleri) söylemesinden Önce onu yalancılıkla itham ettiğiniz vaki olmuş mudur

– Hayır.

– O hiç hıyanet eder mi

– Hayır. Uzun zamandan beridir, bir arada yaşadığımız hal­de onun hıyanet yaptığını bilmiyoruz. Onun hakkında bu ceva­bı vermekten başka söyleyecek bir şey bulamıyorum.

– Onunla hiç savaştınız mı

– Evet.

– Onunla nasıl savaştınız

– Savaş halidir bu, bazen o bizi yendi. Bazen de biz onu yen­dik.

– Size neyi emrediyor

– Allah´a kulluk etmemizi, ona ortak koşmamamızı, iffetli ol­mamızı, akrabalık bağlarını muhafaza etmemizi bize emredi­yor.

Bundan sonra Heraklius tercümanına şöyle dedi: “Ona (Ebu Süfyan´a) de ki, ben senden onun soyunu sordum, iyi soylu ol­duğunu söyledin. Peygamberler ise daima iyi soylu kimselerden çıkar. Atalarından herhangi birinin böyle bir davada bulunup bulunmadığını sordum. Hayır dedin. Çünkü atalarından biri bu davada bulunsaydı, o da o çığırı izlemiş olabilirdi. Atala­rından herhangi birinin hükümdarlık yapıp yapmadığını sor­dum, hayır dedin. Halbuki eğer atalarından biri hükümdarlık yapmış olsaydı bu da onun varisi olmak peşindedir, diyecek­tim. Hiç yalan söylediğini gördünüz mü diye sordum, hayır de­din. Ben şuna kaniyim ki eğer bir kimsû insanlara iftira ede­mezse Allah´a hiç iftira edemez. Sana eşraf ve ileri gelenleri mi, yoksa zayıf güçsüz avam tabakası mı ona tabi oluyor, diye sor­dum. Avam tabakası, zayıf ve güçsüz kimseler ona tabii oluyor­lar, dedin, peygamberlerin tabileri de daima böyleleri oluyor. Kendisine tabi olanların sayısı artıyor mu, azalıyor mu, diye sordum. Artıyor dedin. îman işi ise tamamlanıncaya kadar hep böyledir. Dinine girdikten sonra ve dinini beğenmemezlikten

Ötürü tekrar irtidat edip dininden donen oluyor mu, dedim. Hayır dedin, iman da öyledir. Aydınlığı ve coşkusu bir kalbe girdi mi, artık çıkmaz. Sana sözüne vefa etmez ve hiyanet eder mi diye sordum. Hayır dedin. Peygamberler de daima ahde ve­fa eden doğru sözlü kimselerdirler. Hıyanet etmezler. Size nele­ri tavsiye ve emrediyor diye sordum, Allah´a ibadet etmeyi ve ona ortak koşmamayı, putlara tapmamayı, namaz kılmayı, doğru sözlü olmayı, iffetli davranmayı emredip tavsiye buyur­duğunu söyledin. Eğer bu dediklerinin hepsi doğru ise hiç şüp­hen olmasın ki yakında şu iki ayağımın bastığı yerleri dahi o alacaktır. Esasen onun çıkacağını biliyordum. Fakat sizden olacağını zannetmiyordum, Eğer ona herhangi bir engelle kar­şılaşmadan ulaşacağımı bilseydim. Onunla görüşmek için bü­tün zorluklara katlanıp yanma giderdim. Eğer yanında olsay­dım onun ayaklarına su dökerdim.”

Heraklius´un bu sözleri, Peygamber efendimizin müşrik düş­manı Ebu Süfyan´m kalbine de tesir etmiş ve şöyle demişti:

“Ebu Kebşe´nin oğlu (Muhammed´in) davası, önüne geçileme­yecek kadar duyulup kuvvetlenmiştir.[1] Baksanıza Beni Asfer (yani Bizans) hükümdarı bile ondan korkuyor, dedim ve o gün­den sonra ben müslüman oluncaya kadar bu davetin gerçekle­şeceğine inandım.”

Peygamber efendimizin bu mektubu Heraklius´u etkilemişti. Görüyoruz ki o bu mektuptaki bütün hakikatleri doğrulamış ve İslama yönelmiştir. Peygamber efendimizin getirdiği dini kabu­le eğilimli olmuştur. Ancak hakka teslim olup islamiyeti bir din olarak kabul etmiş midir ! İfadelerinden anlaşıldığına göre o bu yolda bir çaba sarfetmişse de kavmi bunu kabul etmemiştir, îslamiyeti kabul edip hükümdarlık tahtından inmekle bu taht­ta kalarak islamiyeti kabul etmemek arasında bir seçim yap­mış ve neticede islamiyeti kabul etmeksizin hükümdarlık tah­tında kalmayı seçmiştir. Böylece hidayet karşılığında sapıklığı satın almış ve ticareti Allah katında ziyan etmiştir.

Hadiseyi, olması gerektiği gibi değil de olduğu gibi naklede­lim. Çünkü bu bir ibtila idi: Önceki sayfalarda da ifade ettiği­miz gibi Heraklius bilgin bir kimseydi. Astronomiden, savaşlardan anlardı. Kudüs´den geldiğinde Ebu Süfyan ve beraberinde­ki Kureyşli tüccarlar heyetiyle buluştu. Bazı patrikleri, yüzüne bakıp durumunu beğenmeyince sebebini sordular. O da:” Yıl­dızlara bakarken sünnetlilerin hükümdarının zuhur ettiğini gördüm” dedi. Yapılan araştırma neticesinde Arapların sünnet olduklarını kendisine bildirmişlerdi. Heraklius bunun üzerine: “îşte Arapların hükümdarı (Hz. Peygamber) zuhur etmiştir.” dedi. Bunu Öğrenmek için Bizans´ta kendisi gibi bilgin bir vali­sine mektup yazmış ve durumu öğrenmesini istemişti. Sonra Humus´a doğru hareket etmiş, henüz oraya tam yerleşmemiş­ken Peygamber efendimizin mektubu gelip kendisine teslim edilmişti.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki Heraklius´un kafasında Pey­gamber efendimizin zuhur ettiğine dair işaretler belirmişti. Fa­kat o, Peygamber efendimizi bir hükümdar olarak görmüştü. Ancak Cenab-ı Allah ona bundan daha büyük bir makamı bah­setmişti. Bu makam, dünya ve ahiretin hayırlarını getiren nü­büvvet makamı idi.

Heraklius´un sahip olduğu bu bilgi kişisel çabasıyla meyda­na gelen bir birikim veya kendisine dair başkası tarafından ile­tilmiş bir haber yoluyla da olmuş olsa Pegamber efendimizin mektubu ona tesir etmişti. Mektup kendisine geldiği esnada hakkı kabul etmeye meyletmişti. Peygamber efendimizin mek­tubundaki ifadelerin hak olduğuna kanaat getirmişti. Kavmi­nin önde gelen adamlarını yanına çağırarak islamiyeti onlara arzetmek istemişti. Humus´taki köşküne Bizans ekabirini ça­ğırdı. Toplantı için gelen büyükler, meclisteki yerlerini aldıktan sonra kapıların kapatılmasını emreden Heraklius, onlara hita­ben şöyle dedi: “Ey Rum topluluğu! kurtuluşu ve doğru yolu bulmak ister misiniz Hükümdarınızın başınızda kalmasını arzu eder misiniz Eğer böyle bir arzunuz varsa, şu Peygambe­re tabi olun!”. Onun bu sözleri üzerine etrafındaki yönetici ve kumandanlar vahşi eşekler gibi kapılara seğirttiler. Ancak ka­pıların kilitli olduğunu gördüler. Heraklius, onların islamdan ve Hz. Peygamberden nefret ettiklerini görünce imanlarından ümit kesti ve onlara “yanıma gelin” dedi. Kendi niyetini gizle­yerek onlara bu defa şöyle dedi: uBen deminki sözlerimi, sizleri denemek ve dininize ne kadar bağlı olduğunuzu anlamak için söyledim. Gördüm ki hepiniz dininize bağlı kimselersiniz.” Böy­le dedikten sonra etrafındakiler bu defa ona secde ettiler ve onun hükümdarlığına razı oldular.

îşte böyle… şekavet hidayete galip geldi. Hakkın nuru Heraklius´un gözleri önünde parlayıp ışık saçmış, onun doğru yola girmesine vesile olmuş iken hükümdarlık ve saltanat buna en­gel olmuştu. Nuru gördükten sonra karanlıklara sapmıştı. Hi­dayeti bulduktan sonra dalalet yoluna girmişti. Şam´daki müs-lümanların öldürülmesini; Mute, Tebuk ve bunlardan sonra Yermuk´te müslümanlara karşı savaşa girişmek içinde ordu ha­zırlanmasını emretmişti. Mektubun Heraklius ve kavminin ile­ri gelenleri üzerinde tesiri ne olursa olsun, islamiyetin Bizans içinde ve Şam´da tanınmaya başlandığı ve insanların sohbet ko­nusu haline geldiği kesindi. Heraklius´un kendi milletinin bü­yüklerine tanıttığı islam nuru, karşısındaki engeller ne kadar yoğun olursa olsun, her zaman karanlıkları yırtıp açığa çıka­caktı. Her ne kadar hemen iman etmedilerse de bu Peygamber mektubu ürün vermeye başlamıştı. Semereleri hemen o anda değilse de ileride görülecekti. îleri dediğimiz şey de dünyanın Ömrüne göre pek yakındır. Her ne kadar başkaları bilmese dahi Bizanslıların bir kısmı iman etmişlerdi. Rivayete göre Herakli-us´a Peygamber efendimizin mektubu geldiğinde o mektubu, yanında bulunan baş piskoposa vermişti. Baş piskopos mektu­bu okuduktan sonra şöyle dedi: “Allah´a andolsunki bu, Musa ve İsa´nın bize müjdeledikleri ve bizim beklemekte olduğumuz Peygamberdir.” Heraklius: “O halde bana ne tavsiye edersin ey peder ” diye sorunca baş Piskopos: “Ben kendim o peygamberi tasdik edip kendisine uyacağım” dedi. Heraklius: “Evet o pey­gamberdir. Ancak onu tasdik etmeye ve ona tabi olmaya mukte­dir değilim. Evet, Peygamber olarak tanırsam hükümdarlığım elimden gider ve Bizanslılar da beni Öldürürler” dedi.

Şu halde Peygamber efendimizin mektubu bir vadideki cılız bir çağlıktan ibaret kaldı, diyemeyiz. Aksine o mektubun yan­kıları görüldü ve bu yankılar sonraları zuhur ettiler.

Peygamber Efendimizin İran hükümdarı Kisra´ya Gönderdiği Mektubu

Peygamber (s.a.v.) efendimiz hükümdarlara mektup gönder­mek istediği vakit sahabilere karşı bir .hitabede bulundu. Ce-nab-ı Allah´a layıkı veçhiyle “İmdi bu sizin bir kısmınızı yaban­cı hükümdarlara elçi olarak göndermek istiyorum, israil oğul­larının Meryem oğlu İsa´ya itilafa düştükleri gibi bana karşı siz de ihtilafa düşmeyin.”

Muhacirler: “Sana karşı asla ihtilafa düşmeyiz emrinin dışı­na çıkmayız, bize emret ve dilediğin yere bizi gönder” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) efendimiz Şüca bin Veheb´i Kisra´ya gönderdi. Öyle anlaşılıyorki bu_ hitabesinden sonra îran hükümdarı Kisra´ya mektubunu gönderdi. Bizans impara­toruna ise daha sonra gönderdi. Ancak bizim tercih ettiğimiz görüşe göre bütün hükümdarlara aynı anda mektup ve elçi gön­dermiştir. Ancak Heraklius´a gönderdiği elçinin Heraklius´a ulaşması, Kisra´ya ulaşmasından önce olmuş olabilir. Hangisi­nin daha´ önce ulaştığı bizim için önemli değildir. Ancak kesin olan bir gerçek vardır ki, o da Peygamber efendimizin hem Bi­zans imparatoruna, hem îran Kisra´sma, hem de diğer hüküm­dar ve reislere elçi ile mektup göndermiş olmasıdır. Resulullah (s.a.v.) efendimiz Şüca´ bin Veheb´i Kisra´ya bir mektupla elçi olarak gönderdi. Şücü´ gidip Kisra´nm sarayının kapısının önünde durdu. İranlı büyüklerle birlikte kapının önünde, içeri­ye girmek için beklemeye başladı. Ancak İranlı büyüklere, on­dan önce içeriye girmeleri için izin verildi. Onlardan sonra Şü-ca´a içeriye giriş izni verildi. İçeriye girdikten sonra mektubu Kisra´ya değil de onun adamlarından birine vermesini söyledi-lerse de Şüca´ bunu bizzat Kisra´ya teslim etmesi gerektiğini ve bunun da Peygamber efendimiz tarafından kendisine verilmiş bir emir olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Kisra, yaklaşması­nı emretti. Şüca´, Kisra´nm tahtına yaklaştı, mektubu teslim et­ti. Sonra Kisra, Hireli bir katibi çağırdı ve mektubu ona okuttu. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla,

Allah´ın elçisi Abdullah oğlu Muhammed´den Iran büyüğü Kisra´ya…..

Hidayete tabi olan, Allah´tan başka tanrı olmadığına, şeriki bulunmadığına, Muhammed´in de Allah´ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet eden kimseye selam olsun. Ben seni Allah´ın çağ­rısı ile davet ediyorum. Şüphesiz ki ben Allah tarafından bütün insanlığa gönderilmiş bir elçiyim ki, diri olan herkesi uyar­makla emrolundum. Kafirlere azap verileceğine dair söz hak ol­du. Müslüman ol selamete eriş. Aksi takdirde Mecusilerin veba­li senin üzerinedir”

Kisra bu mektubu okuyunca paraladı. Peygamber efendimiz de, onun hükümranlığının yıkılması için ona beddua etti. Kisra mektubu paralamakla yetinmedi. Peygamber efendimizin Öldü­rülmesi için Yemen valisi Bazan´a emir gönderdi. Gönderdiği emirnamede şöyle diyordu: “Hicaz´daki şu adama (Muham-med´e) yanındaki adamlarından iki güçlü kişiyi gönder; onu yakalayıp yanıma getirsinlerF´.

Kisra, Peygamber efendimizin zincirlere vurularak yanına getirilmesini kolay bir şey sanmıştı, Zikar hadisesinde Arapla­rın onun eliyle büyük bir musibete maruz bırakıldıklarını unut­muştu. Muhammed (s.a.v.) efendimiz Zikar olayında güçlü bir orduya sahipti. Ama satvet gururu, Kisra´yı yanıltmıştı. Böyle­ce o, anlayan kimseler için bir ibret dersi olmuştu.

Valisi, Kisra´nm amaç bakımından makul olmayan isteğine uydu. Vali Bazan, has bir adamını Harhure adındaki bir îranlı ile birlikte Peygamber efendimize gönderdi. Hesap kitap adamı olan vekil-i Has Peygamber efendimize gitmek üzere yola çıktı. Bazan, bu vekil-i Hass´a bir mektup da vermişti. Mektupta, Peygamber efendimize, bu iki adam refaketinde Kisra´ya gitme­sini emrediyordu.

Öyle anlaşılıyor ki Kisra´nın Yemen´deki Valisi Bazan, pey­gamber efendimize eziyet vermek istemiyordu. Sadece onun du­rumunu Öğrenmek arzusundaydı. Kisra´nın emrine itaat ederek Peygamber efendimize mektup yazdı. Mektubunda, Peygamber efendimizin kendiliğinden o adamlarla birlikte Kisra´nın yanı­na gitmesini söylüyordu. Yoldan çıkmış azgınlar, işte böyle al­danırlar. Herkesin kendi emirlerine ram olacaklarını zanneder­ler. İnsanların tanrılarına değil de onların emirlerine uyacakla­rını düşünürler.

Kisra´nın Valisi Bazan, mektubu verip Peygamber efendimi­ze gönderdiği adama: “Şu adama (Muhammed´e) git, onunla ko­nuş ve onun haberini bana getir.” şeklinde talimat verdi. Onun bu talimatı da Kisra´nın emrine itaat etmediğini ispatlamaktadır. Çünkü Kisra´nın gayesi ile onun gayesi aynı değildi. O isla-miyetin durumunu öğrenmek istiyordu.

Vali Bazan´ın gönderdiği iki adam Medine-i Münevvereye doğru yola çıktılar. Taife geldiklerinde Peygamber efendimizi oranın halkından sordular, sormalarından ötürü de Taiftiler se­vinerek biribirlerine şöyle dediler: “Müjdeler olsun size işte Krallar kralı Kisra Muhammed´in karşısına dikili durmuş, onun işini bitirecek ve sizi ondan kurtaracak!”.

Nihayet o iki adam Medine-i Münevvereye geldiler. Peygam­ber efendimizin huzuruna çıktılar. Ona şöyle dediler: “Krallar kralı şahin şah Kisra, Yemen valisi Bazan´a mektup yazarak seni Kisra´nın yanına göndermesini emretmiştir. Biz de seni Kisra´ya götürmek için vali Bazan tarafından gönderilmiş bu­lunuyoruz. Eğer bu buyruğa uyarsan Yemen valisi, Kisra´ya haber salmış, seni koruyacak ve sana ilişmeyecektir. Ama bu emre itaat etmezsen biliyorsun ki o seni de, kavmini de mahve­der. Ülkeni harabeye döndürür!” Elçiler bu sözlerin Peygamber efendimizi korkutacağını zannetmişlerdi. Çünkü böyle bir söz kendilerini ürkütüp telaşa düşürürdü. Ama Resulullah (s.a.v.) efendimiz onların sözlerine iltifat etmedi. Çünkü Cenab-ı Allah onu koruyordu. Aksine onlara yönelip baktı ki sakallarını tıraş etmişler, bıyıklarını da uzatmışlar. Tekrar onlara dönüp baktı ve şöyle dedi: “Yazıklar olsun size sakalınızı tıraş edip bıyıkla­rınızı uzatmanızı size kim emretti ” Onlar da: “Rabbimiz (yani Kisra) böyle yapmamızı bize emretti” diye cevap verdiler. Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.v.) efendimiz “Ama rabbim bana, sakalımı uzatmamı, bıyığımı da kısaltmamı emretti” diye kar­şılık verdi. Sonra da onlara: “Gidin yarın yanıma gelin” dedi. Çünkü Cenab-ı Allah Resulüne, Kisra´nın, oğlu Şireveyh tara­fından öldürülmüş olduğunu haber vermişti. Peygamber efendi­miz bu bilgiyi Rabbinden almıştı. Ertesi gün vali Bazan´ın iki adamını çağırtarak Kisra´nın, kendi oğlu tarafından öldürül­müş olduğunu onlara bildirdi. Onlar da: “Aklın başında mıdır, ne söylediğinin farkında mısın Bu büyük bir suçtur. Halbuki biz sana bundan daha hafif bir ceza verecektik. Senin bu söyle­diklerini vali Bazan´a yazıp bildirelim mi ” diye sordular. ´

Peygamber (s.a.v.) efendimiz de şöyle buyurdu: “Evet böyle söylediğimi ona haber verin ve deyinki benim dinim, Kisra´nın dininin ulaştığı her tarafa, develerin ayaklarıyla atların toy­naklarının değdiği her noktaya ulaşacaktır. Eğer müslüman olursa, eli altında bulunan toprakları kendisine veririm. Onu kavminin başına hükümdar yaparım.´7 Böyle dedikten sonra peygamber efendimiz vali Bazan tarafından gönderilen iki adamdan biri olan Harhure´ye, içinde altın ve gümüş bulunan bir kemer hediye etti. Bu kemeri daha önce bir hükümdar Pey­gamber efendimize takdim etmişti. Bazan´ın adamları Peygam­ber efendimizin yanından ayrılarak Yemen´e döndüler. Bazan, yanına gelen adamlarını dinledikten sonra: “Sizin sözünü nak­lettiğiniz bu adamın sözleri hükümdarlarınkine benzemiyor. Bu adamın peygamber olduğunu düşünüyorum. Nitekim ken­disi de Peygamber olduğunu ifade ediyor. Bekleyelim bakalım, söyledikleri gerçekleşecek mi Eğer söyledikleri gerçekleşirse gerçekten Allah katından gönderilmiş bir Peygamberdir. Eğer söyledikleri gerçekleşmezse, icabına bakarız” dedi.

Kisra´mn Şireveyh tarafından Öldürüldüğünü herkes duy­muştu. Zaten bunu Peygamber efendimiz de Vali Bazan´ın iki adamına bildirmişti. Haberler henüz posta aracılığıyla Vali Ba-zan´a ulaşmamıştı. Bazan, peygamber efendimizin bildirdiği bu haberin te´yid edilmesini beklemekteyken Şireveyh´in mektubu kendisine geldi. Mektupta şöyle deniyordu.

“îmdi ben Kisra´yı öldürdüm. Eşraflarından birini öldüren düşkün bir adamın kanını mabah saydığından dola>f Kisra´ya kızıp öfkelendim ve bu sebeple Kisra´yı öldürdüm. Bu mektu­bum sana ulaştığında seni vali olarak kabul edenlerden benim adıma biat al ve Kisra´mn kendisine mektup yazdığı adama (Muhammed´e) git, ancak onunla ilgili emrim gelmeden onu ra­hatsız etme.” ´

Şüphesizki Şireveyh, Peygamber efendimiz hakkında babası gibi kesin bir karar vermiş değildi. Aksine onun hakkında te­reddüt etmekteydi. Sadece verdiği emir, onun rahatsız edilme­mesi ve yeni bir emir gelmeden onu yakalayıp huzuruna getir­memeleri doğrultusunda idi.

Bütün bu anlattıklarımız Peygamber (s.a.v.) efendimizin da­vet etmiş olduğu vahdaniyet davetinde sadık bir insan olduğu­na, ilahi risaleti tebliğde doğru sözlü bir elçi olduğuna delalet eden bir dizi işaretlerdir. Peygamber efendimizin huzurunda vali Bazan adına konuşan iki elçiden biri şöyle demişti: “Şim­diye kadar konuştuğum kimselerden hiç biri benim nazarımda Muhammed kadar heybetli görünmemişti” Bunun üzerine Ye-men´deki vali Peygamber efendimizin durumunu kendi ilmine dayanarak düşünüp takdir etti. Nihayet islam olup teslim olma kararına vardı. Hz. Muhammed´in Resul olduğunu söyledi ve müslüman oldu. Onunla birlikte Yemen´deki Farslılar da müs-lüman oldular. Böylece Yemen mıntıkası da İslama girdi ve ora­da İslama dayet eden kimseler de görülmeye başladı.

Beyhaki´nin rivayetine göre babası Kisra´yı öldüren Şire-veyh, kendisinden sonra kızını tran tahtına geçirdi. Bunun üze­rine Peygamber (s.a.v.) efendimizi “idarelerini bir kadına tes­lim eden bir kavim asla iflah olmaz!” dedi.

Peygamber (s.a.v.) efendimizin mektubu ve etkileri işte buy­du. Her ne kadar Kisra´da olumsuz bir tesir yaratmışsa da baş­kalarında olumlu etkilere yol açmış ve islam davetine icabet et­melerini sağlamıştır. Kisra´yı etkilememişse de onun Yemen´de­ki valisine tesir etmiş; vali, – Farslı bir kimse olmakla birlikte -müslüman olmuştu. Beraberindeki diğer Farslar da İslama´gir­mişlerdi. Böylece asil araplar olan Yemen halkına islamiyet ulaşmış oldu.

Peygamber efendimizin mektubu sonuç getirmeyen bir çağrı­ya benzemiyordu. îlkinde bu çağrıya uyanların sayıları az idiy-sede daha sonraları Yemen ve Yemen ötelerinde bu çağrıya ica­bet edenlerin sayıları giderek çoğalmıştı.

Peygamber Efendimizin Necaşi´ye Gönderdiği Mektup

Peygamber (s.a.v,) efendimiz Habeş kralı Necaşi Ashame´ye bir mektup yazdı. Mektubunda onun için hayırlar diliyor ve ona yönelik ümitlerini dile getiriyordu. Çünkü o, Habeşistan´a hicret eden sahabilere ikramda bulunmuştu. Bu mektubunda Peygamber efendimiz onu ve kavmini İslama davet ediyordu. Raviler´e göre ve bir de bu mektubu aldığında cereyan eden olaylardan anlaşıldığına göre o daha Önce müslüman olmuştu. Peygamber efendimizin ona gönderdiği mektubun metni ile bu mektup çerçevesinde vuku bulan olayları anlatalım:

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Allah´ın Resulü Muhammed´den Habeş Kralı Necaşi´ye, selam üzerine olsun.

Yegane mülk ve melakut sahihi, noksanı gerektiren her şeyden münezzeh, emin ve eman veren ve her şeye nigahban olan Al­lah´a hamdettikten ve isa´nın Allah tarafından temiz, kirden arınmış, iffetli ve bakire bir kız olan Meryem´e ilka edilen bir ruh ve kelime olduğunu, Cenab-ı Allah Adem (a.s.)´ı nasıl kendi kudret eliyle yaratıp o´na ruh üflemiş ise, İsa´ya da öylece ruh üflediğine şehadet getirdikten sonra, seni yalnız Allah´a ibadet etmeye, o´na ortak koşmamaya, Allah´a taat yolunda hizmet ile bana tabi olup bana gönderilen şeye iman etmeye, davet ediyo­rum. Zira ben Allah´ın Resulüyüm. Ayrıca amcam oğlu Cafer´i, beraberinde bir kaç kişi olduğu halde sana gönderdim. Oraya vardıkları zaman onları barındır. Kibir ve hükümdarlık aza­meti seni tutmasın. Zira ben, seni ve senin askerlerini Allah´a davet ediyorum. İşte ben size tebliğ ettim ve gereken Öğüdü ver­dim. Siz de öğüdü kabul edin. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun”

Resulullah (s.a.v.)´in mektubu işte buydu. Bu mektupta da­vetin inceliği ve Peygamberliğin hikmeti açıkça görülüyor. Pey­gamber efendimiz bu mektubu Amr bin Umeyye EI-Damiri ile Necaşi´ye göndermişti. Çünkü Necaşi yufka yürekli ve İslama meyilli bir kimse idi. Peygamber efendimizin mektubunu götü­ren elçisi, ayrıca mektubun muhtevasını şerhedip açıklamış ve risaletin anlamı konusunda bilgi vermişti. Me&tubu götüren Amr, Necaşi´ye şöyle demişti: “Ey Ashame! Konuşmak bana, dinlemekde sana düşer sen bize karşı ince ve merhametli biri gibisin. Biz de sana güven duyar gibiyiz. Çünkü senden ne iyi­lik umduksa onu mutlaka elde ettik. Senin korktuğun her şeye biz emniyet verdik. Çünkü senin söylediklerini sana karşı hüc­cet sayıyorum, incil aramızda şahit olsun. Bu reddedilecek bir şahit değildir. Zulmedecek bir yargıç da değildir. Evet bu ayırı­cı ve kesin hükmü veren şahidin, yani İncil´in hükümlerine uy­mazsan şu peygamber (Hz. Muhammed) hakkında Yahudilerin Meryem oğlu Isa hakkında verdikleri hüküm gibi yanlış bir hü­küm vermiş olursun. Peygamber (s.a.v.) efendimiz her tarafa el­çilerini gönderdi. Ama başkalarından beklemediği ve ümit etmediği şeyleri senden bekledi ve ümit etti. Önce yapmış oldu­ğu iyiliklerden dolayı korktuğun hususlarda sana güven verdi ve bu mükafatını da bekle.” Amr bin Ümeyye´nin bu sözlerine karşı Necaşi mü´min bir kimseye yaraşan şu cevabı verdi: “Ben Hz.Muhammed´in, ehli kitap tarafından beklenen ümmi bir Peygamber olduğuna şehadet ediyorum. Musa´nın eşeğe binen bir Peygamber geleceğine dair verdiği müjde, İsa´nın deveye bi­nen bir Peygamber geleceğine dair vermiş olduğu müjde gibi-dir. Gözle görülen şey haberle duyulan şeyden daha sağlam ve sadra daha şifa vericidir.” Böyle dedikten sonra Amr bin Ümeyye´ye bir mektup vererek Peygamber efendimize gönder­di. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Necaşi Ashame´den Resulullah Muhammed´e. Ey Allah´ın Peygamberi! Allah ki on­dan başka tanrı yoktur.

îmdi Ya Rasulullah! Senin mektubun bana ulaştı. Onda İsa´nın durumunu anlatıyorsun. Göklerin ve yerin rabbine an-dolsunki İsa´nın durumu; senin anlattıklarından fazla değil­dir. O tıpkı senin anlattığın gibidir. Bize gönderdiğin şeyleri anladık. Amca oğlu Cafer bin ebi Talib ile ashabını da tanıdık. Senin doğru sözlü ve Allah tarafından doğrulanmış bir elçi ol­duğuna şehadet ederim. Sana biat ettim. Amcan oğlu vasıtasıy­la alemlerin rabbi olan Allah´a teslim olup müslüman oldum ve ona da biat ettim.”

Necaşi´nin bu cevabı açık ve sarih idi. Peygamber efendimiz ona, askerlerine ve kavminin ileri gelenlerine hitaben mektu­bunu yazmıştı. Kendisi müslüman oldu. Beraberinde bulunan kimseleri islamiyete davet etti ama onları iman etmeye zorla­madı. Sadece davet etmekle yetindi: – Zira Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan seçi­lip belli olmuştur.” Necaşi de bu doğruluğu etrafındaki kimse­lere açıkladı. O adil bir hükümdardı. İnsanlara güven vermişti. Yüce Allah´a iman etti. Peygamber efendimizin tebliğ ettiği hak kelimeye tereddüt etmeksizin icabet etti, ama kavmi iman et­medi.

Peygamber Efendimizin Mukavkis´e Gönderdiği Mektup

Resulullah (s.a.v.) efendimiz udiri olanları uyarmak ve inkar edenlere de azap sözü hak olmak için” hükümdarlara ve reislere mektup göndermeye devam etti. Bu hükümdarlarla reislerin bir kısmı hidayete erdi. Bir kısmı da sapıklıkta devam etti. Mektup gönderdiği hükümdarlardan biri de Mukavkis´di. Mu-kavkis Bizanslıların hakimiyeti altında bitkin düşen kıptilerin lideriydi. Kiptiler, dinlerinden dolayı Bizanslılar tarafından baskı altına alınıp zulüm görmekteydiler. Putperest Bizanslı­lar, bilahare kendileriyle aynı dini paylaşan bu kıptilere, bu de­fa mezheb farklılığından dolayı zulmetmeye devam etmişlerdi.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz Mukavkis´e Hatip bin ebi Bel-taa vasıtasıyla şu mektubu gönderdi:

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Allah´ın kulu ve el­çisi Muhammedi´den, Kıptilerin büyüğü Mukavkis´e. Hidayete tabi olanlara selam olsun, imdi ben seni islam çağrısıyla davet ediyorum. Müslüman ol ki selamete kavuşasın. Müslüman ol ki Allah sana sevabını iki kat versin. Eğer bu davetten yüz çevirir­sen kıptilerin vebali senin boynunadır.

“Ey kitap ehli, bizim, ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah´a tapalım. O´na hiç bir şeyi ortak koşmaya­lım. Biriniz diğerini Allah´tan başka tanrı edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: “Şahit olun biz müslümanlarız!” deyin.” cam imran- 64)

Hatip bin ebi Beltaa´nın anlattığına göre Mukavkis kendisi­ne ikramda bulunmuş, onu kendi sarayında konuk edip ağırla­mıştır. Mektubu aldıktan sonra Patriklerini toplantıya çağır­mış, Hatip bin ebi Beltaa´yı da yanında hazır bulundurarak ona, Peygamber efendimiz ile kavmi hakkında sorular yönelt­miş. Hatıp´ta, tsa Peygamber ve israil oğulları hakkında soru­lar sormuştu. Mukavkis şöyle demişti:

“Gel bakalım arkadaşım (Muhammed) hakkında bilgi ver. O peygamber değil midir

– Evet o Allah´ın Resulüdür.

– Peki milleti onu Mekke´den sürgün ettiği halde o ne diye milletine beddua etmedi –

– Sen Hz. isa´nın Allah´ın elçisi olduğuna şehadet etmiyor musun

– Evet, şehadet ediyorum.

– Peki milleti onu çarmıha germek istedikleri zaman, o ne di­ye milletine beddua etmedi

– O hikmetli bir kimse olup hikmet sahibi Allah tarafından gönderilmişti. Onun için beddua etmemişti.11

Bundan sonra Hatip bin ebi Beltaa Peygamber efendimizden getirmiş olduğu mektubun içeriği hakkında açıklamalar yapa­rak şöyle dedi:

– Senden önce ´en büyük tanrı benim´ diye iddiada bulunan bir kimse (Firavun) vardı. Cenab-ı Allah da onu dünya ve ahi-ret azabıyla yakaladı, ondan intikam aldı. Sen başkalarından ibret al. Başkaları senin durumundan ibret almasın!

– Bizim kendimize göre bir dinimiz vardır. Daha iyisini gör­medikçe bu dinimizi bırakmayız.

– Biz seni Cenab-ı Allah´ın başka dine ihtiyaç bırakmayacağı bir dine davet ediyoruz. îşte şu Peygamber (Hz. Muhammed) insanları dine davet ediyor. Ona karşı en şiddetli tavır takı­nanlar, Kureyşliler oldu. O´na karşı en fazla düşmanlık göste­renler, Yahudiler oldu. O´na karşı en fazla yakınlık gösterenler de Hıristiyanlar oldu. Hayatıma yemin olsun ki, Musa´nın Isa hakkında vermiş olduğu müjde, tıpkı İsa´nın Muhammed (s.a.v.) hakkında vermiş olduğu müjde gibidir. Bizim seni Kur´an´a davet edişimiz, tıpkı senin Yahudileri İncil´e davet edişin gibidir. Her bir peygamber hangi kavme ulaştıysa, o ka­vim onun ümmeti olur. Ümmetin de ona itaat etmesi gerekir. Sen de Peygamber (s.a.v.) efendimizin ulaştığı kavimlerin ara­sındaki bir fertsin. Senin de ona itaat etmen gerekir.

– Ben Peygamberin söylediklerini değerlendirdim. Onun de­ğersiz şeyleri emretmediğini ve değerli, arzu edilen şeyleri de yasaklamadığını gördüm. O´nu, yolunu kaybetmiş bir büyücü olarak da görmedim. O ne kahindir, ne de yalancıdır. Cinleri çıkardığı, gizli şeyleri ve fısıltıları haber verdiği için de Pey­gamber olduğuna dair işaretler gördüm. Yalnız biraz düşün­mem gerekir.”

Bundan sonra Mukavkis Peygamber efendimizin mektubunu alıp Fil dişinden yapılma bir kutuya yerleştirdi; kutunun kapa­ğının üzerine mühür vurdu, bir cariyeye teslim etti. Daha sonra güzel Arapça yazan bir kâtibini çağırdı ve Peygamber efendi­mize hitaben şu mektubu yazdırdı:

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Abdullah oğlu Mu-hammed´e kıptilerin büyüğü Mukavkis´ten.

Selam sana olsun, imdi ben senin mektubunu okudum. On­da anlattığın şeyleri ve insanları davet ettiğin hususları anla­dım. Bir Peygamberin zuhur edeceğini biliyordum. Ancak o Peygamberin Şam taraflarından çıkacağını zannediyordum. Elçine ikramda bulundum. Sana iki cariye de gönderdim. O cariyeler kiptiler arasında çok kıymetlidirler. Ayrıca sana giysi­ler de gönderdim. Binmen için bir katır da hediye ettim. Selam sana olsun.”

Mukavkis´in Peygamber efendimize gönderdiği mektubun metni işte budur. Öyle anlaşılıyor ki Mukavkis de Heraklius gi­bi Kur´an-ı Kerim´e ve islamiyete karşı kalbinde bir meyil his­setmiş ve kanaat etmişti. Ancak kabulde tereddüt etmiş, nazik bir üslupla daveti geri çevirmişti. Tereddüdünün sebebi de son peygamberin Şam´dan çıkacağına ilişkin beslediği zandı.

Peygamber efendimize gönderdiği cariyelerden biri İbrahim´i doğuran Mariyet´ül-Kıptiye idi. rivayetlerin en meşhuruna göre Peygamber efendimiz Mariye´yi azat etmiş, sonra da.onunla ev­lenmiştir.

Peygamber Efendimizin

Mûnzir Bin Sava´ya Gönderdiği Mektup

Abdullah bin Abbas´ın azatlısı îkrime´den naklen Tarih” ad­lı eserinde Vakidi şöyle der: “îkrime, Abdullah bin Abbas´ın ve­fatından sonra kitapları arasında bir kitaba rastlamış, kitabı istinsah ettikten sonra şöyle bir kayda rastlamış Peygamber efendimiz Ala´ül Hadremi´yi bir mektupla Münzir bin Sava´ya göndererek onu İslama davet etmiş. Ancak mektubun metnine rastlamamış. Fakat Münzir bin Sava´nın Peygamber efendimi­ze gönderdiği cevabı, sonra Peygamber efendimizin ona gönder­diği ikinci mektubu görmüş. Münzir bin Sava´nın Peygamber efendimize gönderdiği cevabın metni şudur:

uResulullah (s.a.v.)´e: imdi Ya Resulallah, ben senin Bah­reyn halkına gönderdiğin mektubunu okudum. Onların bir kıs­mı islamiyeti sevip beğendi ve İslama girdi. Bir kısmı da is-lamiyeti hoş karşılamadı ve beğenmedi. Benim toprağımda Ya­hudiler ve Mecusiler vardır. Bu hususta bana emrini bildir.”

Peygamber efendimiz de ikinci kez ona şu mektubu gönder­mişti:

aRahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Resulullah Mu-hammed´den Münzir bin Sava´ya.

Allah´ın selamı üzerine olsun. Ben Allah´ın seni hidayete ka­vuşturma nimetinden ötürü hamd ederim. O Allah´a ki ondan başka ilah yoktur. Allah´tan başka ilah bulunmadığına ve Mu-hammed´in de Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet ede­rim.

İmdi mektubun bana geldi. Okutup içindekileri inceledim. Ben sana, yüce Allah´a O´nun buyruklarına göre hareket etmeni hatırlatırım. Muhakkak ki öğüt veren kişi onunla kendisi de öğütlenmiş, sevabından yararlanmış olur. Elçilerime itaat eden ve onların buyruklarına uyan kişi bana itaat etmiş olur. Onları öğütleyen, dinleyen beni dinlemiş olur. Elçilerim seni bana öv­düler ve hayırla andılar. Senin, kavmin hakkındaki şefaatini kabul ettim. Onlardan müslüman olanları, müslüman oldukla­rı şeylere göre bırak. Günahkâr olanların, geçmişteki suçların­dan vazgeç. Onları geçmişlerinden sorumlu tutma, iyi bil ki sen iyi davrandıkça seni işinden azletmeyiz. Vekilimiz olarak ora­da kalırsın. Yahudiliklerinde veya Mecusiliklerinde kalmak is­teyenlere gelince, onların cizye ödemeleri gerekiri

Bu haberden de anlaşıldığına göre Abdullah bin Abbas, pey­gamber efendimizin mektuplarını yazmayı ve o mektupları kendi kütüphanesinde muhafaza etmeyi çok arzularmış. Bunla­rın çoğunluğunu insanlara duyurmuştur, ama duyurmadığı mektuplar da varmış. Anlaşıldığına göre söz konusu mektubu peygamber efendimiz Bahreyn halkına göndermiştir. O zaman Bahreyn´de vali olarak Münzir bin Sava bulunuyormuş. Yine mektuptaki ifadeler eden anlaşıldığına göre Vali Münzir, islam davetine icabet etmiştir. Cizye de Yahudilik veya Hıristiyanlık üzerinde kalmak isteyenlere tarhedilmiştir.

Yine bu rivayetteki ifadelerden anlaşılan diğer hikmetli bir durum daha vardır ki, o da Peygamber efendimizin, islam da­vetine hemen uyan valiyi görevinde bırakmıştır ki Bahreyn halkının üzerinde emir olarak kalsın. Peygamber efendimiz o zaman oraya vali olarak sahabilerin büyüklerinden birini veya başka bir müslümanı göndermeyi gerekli bulmamıştır. Maksa­dı, Bahreyn halkının, yabancı birini üzerlerinde vali olarak gö­rüp rahatsızlık hissetmemelerini sağlamaktı. Başlarındaki vali yine kendilerinden biri idi. O doğru davrandığı müddetçe vali olarak kalmaya layık görülecekti. Çünkü durumlarını biliyordu. Onlara nasıl davranacağını ve hangi açıdan yaklaşacağını pek iyi biliyordu.

Ayrıca bu rivayetten anlaşıldığına göre iman etmeyen kim­selerin cizye ödemeleri gerekiyor. Tabi bu iman etmeyen kimse­ler müslümanların velayet ve idaresi altında yaşadıkları müd­detçe cizye ödeyeceklerdir. O zaman Bahreyn de Yahudi, Hıris­tiyan ve Mecusiler yaşamaktaydı. Fıkıhçılar bu durumdaki gayri müslümlerin cizye vermekle mükellef oldukları hususun­da görüş birliği etmişlerdir. Ebu Hanife, Mecusilere kıyas ede­rek Arap olmayan kavimlerdeki putperestlere de cizyenin tar-hedilmesine cevaz vermiştir.

Peygamber Efendimizin Umman Meliki´kine Gönderdiği Mektup

Peygamber efendimiz köy ve kent, dağlık ve ovalık demeden her taraftaki insanlara ve hükümdarlara davette bulunma gö­revini fasılasız sürdürüyordu. Nitekim hükümdarlarada mek­tup göndermişti. Bu cümleden olarak Yemen´deki Umman ta­raflarına da elçi ve mektuplar göndermişti. Orada Celendi´nin oğullan olan Cifer ile Abd isminde iki emir bulunmaktaydı. Amr bin As vasıtasıyla onlara şu mektubu gönderdi.

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Abdullah oğlu Mu-hammed´den Çelendi oğulları Cifer ile Abd´e.

Hidayete tabi olanlara selam olsun.

İmdi ben sizi islam çağrısıyla davet ediyorum. Müslüman olun ki selamete eresiniz. Ben diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azap sözü hak olmak için Allah tarafından bütün insanlığa gönderilmiş bir elçiyim. Eğer sizler müslüman olur­sanız ben sizi gözetirim. Eğer islamiyeti benimsemezseniz mül­künüz elinizden gider. Atlarım da sizin topraklarınıza girerler. Peygamberliğim sizin hakimiyetinizin ve mülkünüzün üzerine çıkar.”

Bu mektubu Übey bin Kab yazdı ve Peygamber efendimiz de altını mühürledi.

Amr bin As der ki: Umman´a gitmek üzere yola çıktım. Bir süre sonra nihayet Umman´a vardım. Önce Abd bin Cülendi beni karşıladı. Çünkü o iki kardeşin en akıllısı idi. Ona: “Ben, Resulullah (s.a.v.)´in, sana ve kardeşine gönderdiği elçisiyim!” dedim. Abd: “Kardeşim yaşça ve saltanatça benden önce gelir. Ben seni onunla görüştüreyim de mektubunu o okusun!” dedL Sonra da: “Sen nelere davet ediyorsun” diye sordu. Ben de: “Ben seni bir olan, eşsiz, ortaksız Allah´a iman ve ibadet etme­ye, ondan başkasına tapmamaya, Muhammed´in de onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirmeye davet ediyorum!” dedim. Abd bin Cülendi: “Ey Amr! Sen kavminin ulusu olan bir kişi­nin oğlusun senin baban bu hususta nasıl davrandı, ne yaptı Şüphe yokki o, bize yolda bir örnek olabilir” diye sordu.

“O Mühammed (a.s.)´e iman etmeden ölüp gitti dedim. Ben onunda müslüman olmasını, Mühammed (s.a.v.)i tasdik etme­sini çok arzulardım. Ben de önceleri onu görüşünde idim. So­nunda Allah beni islamiyete ulaştırdı ve hidayet nasib etti.”

Abd: “Ne zaman ona tabi oldun ” diye sorunca “Yakında…..”

diye cevap verdim. Nerede müslüman oldun diye sordu. Neca-şi´nin yanında müslüman olduğumu, Necaşi´nin de İslama gir­diğini haber verdim.

Abd: “NecaşVnin milleti, onun hükümdarlığı hakkında ne yaptı ” diye sordu. Ben de: “Hükümdarlığında bıraktılar ve ona tabi oldular.” dedim.

“Hıristiyan din bilginleri, ruhani reisleri ve ruhbanlar da ona tabi oldular mı ” diye sordu. Ben de evet diye cevap ver­dim.

Abd: “Ey Amr! söylediğin şeye dikkat et. Bir insan için yalan söylemekten daha ayıp, daha kötü bir huy yoktur” dedi.

“Ben ne yalan söylerim, ne de dinimizde yalanı helal saya­rız!” dedim.

Abd: “Heraklius, Necaşi´nin müslüman olduğunu öğrenebil­miş miydi ” diye sorunca, Evet diye cevap verdim.

Abd: “Bu, nasıl ve hangi şeyle Öğrenilebilmiş ” diye sordu. Ben de cevaben dedim ki: “Necaşi, daha Önceleri Heraklius´a haraç gonderirmiş. Müslüman olduğu, Mühammed (s.a.v.)´in Peygamberliğini tasdik ettiği zaman: “Hayır! Vallahi benden bir tek dirhem bile istemiş olsa artık ona vermem!” demiş. He-raklius onun bu sözünü haber alınca kardeşi: “Senin dinine ay­kırı, sonradan ortaya çıkan bir dini, din edinen bir kulunun yaptıklarını görmezden gelecek misin, bunu ona bırakacakmı-sın !” diye sormuş. Heraklius da: “Adam kendisi için bir din seçmişse ben ona ne yapabilirim ” diye cevap vermiş.

Abd: “Ey Amr! Neler söylediğine dikkat et!” dedi. Ben de: “Vallahi sana doğruyu söylüyorum” dedim.

Abd: “Peygamberiniz neleri emrediyor, nelerden sakındırı­yor Onları bana bildir” dedi.

Ben de şu cevabı verdim: “Yüce Allah´ın buyruklarına boyun eğmeyi emrediyor. O´na asi olmaktan, O´na karşı gelmekten sa­kındırıyor. İyiliği, akraba haklarını gözetmeyi emrediyor. Zu­lümden haksızlıktan, zinadan, şaraptan, taşlara ve putlara, haç´a tapmaktan sakındırıyor!”.

Abd: “Onun davet etmiş olduğu bu şeyler ne kadar güzeldir. Kardeşim beni dinlese, bana uysa da gidip Muhammed´e iman ve onun getirdiklerini tasdik etmek ne iyi olurdu! Fakat karde­şim saltanata düşkün ve onu elden bırakmakta cimridir!” dedi.

Eğer o müslüman olursa Resulullah (s.a.v.) yine onu kavmi­ne hükümdar yapar. Zenginlerinden sadakalarını alır, onları fakirlerine ve yoksul olanlarına verir; dedim.

Abd; hiç şüphesiz bu da güzel ahlaktır, dedi.

Sadaka nedir diye sordu. Ben de mallar hakkında farz kılı­nan zekat ve sadakanın miktarlarını ona haber vere vere deve­lerin zekatına geldiğim zaman “Ey Amr! Ağaçlardan, otlardan yayılan ve sulanmak için su başlarına sürülen yaydım hayvan­larımızdan da mı zekat ve sadaka alacaksın ” diye sordu. Ben de evet dedim.

Abd: “Vallahi, yurtları uzak, sayıları da pek çok olan kavmi­min bunu benimseyeceklerini sanmıyorum!” dedi.

Kapısında günlerce bekledim. Kendisine verdiğim haberlerin hepsini kardeşine ulaştırdı. Sonra bir gün kardeşi Cifer beni çağırdı yanına girdim. Adamları hemen kollarımı tuttular. Ci­fer: “Bırakınız onu!” deyince bıraktılar. Oturmak için ileri vardım, beni oturtmadılar. Cifer´e baktım. Bana “Konuş” dedi. Mühürlü mektubu kendisine sundum. Açıp sonuna kadar oku­duktan sonra kardeşine verdi, o da Cifer gibi okudu. Ancak Abd´i kardeşinden daha akıllı ve daha mülayim gördüm.

Cifer: “Söyle bakalım; Kureyşliler bu hususta ne yaptılar, nasıl davrandılar ” diye sordu. Ona, “Islamiyeti benimseyerek de, kılıç korkusu ile de tabi oldular” dedim.

Cifer “Onun yanında bulunanlar kimlerdir” diye sordu.

Dedim ki:” Allah´ın hidayeti ile akılları başlarına gelip sa­pıklık içinde bulunduklarını anlamış, islamiyete can atmış ve Resulullah´ı başka her şeye tercih etmiş, üstün tutmuş olanlar­dır. Şu çıkış yeri bulunmayan vadilerde senden başkası kaldı­ğını bilmiyorum. Sen bugün müslüman olmaz, Resulullah´a uymazsan, süvarilere çiğnenirsin, cemaatin de perişan ve dar­madağın olur. Müslüman ol selamete er. Yine kavminin üzerin­de hükümdar olursun. O zaman üzerine ne süvariler, ne de pi­yadeler geliri”.

Cifer: “Sen, bugün beni kendi halime bırak da yarın yanıma dön!” dedi.

Cifer´in kardeşinin yanına döndüm. Bana: “Ey Amr! Eğer saltanatı esirgemez, cimriliği tutmazsa kendisinin müslüman olacağını umarım!” dedi. Ertesi gün tekrar Cifer´e gittim. Cifer içeri girmeme izin vermedi. Kardeşi Abd´in yanına döndüm. Onunla buluşamadığımı haber verdim. Bunun üzerine beni gö­türüp onunla görüştürdü. Cifer: “Ben, davet ettiğin şey üzerin­de düşündüm. Eğer ben elimdeki saltanatımı başka bir adama bırakırsam Arapların en zayıfı ve düşkünü durumuna düşe-rim. Onun süvarileri buralara kadar gelip ulaşamazlar. Eğer gelir ulaşırlarsa ortada kimi bulup da savaşacaklar ” dedi.

Öyle ise ben de yarın çekip gideceğim, dedim. Benim gidece­ğime kanaat getirince kardeşi onunla gizlice konuştu. “Biz bu hususta Muhammed´e üstün gelemeyiz. Kendilerine haber sal­dığı her hükümdar onun davetine icabet etti!” dedi. Cifer ertesi gün sabahleyin bana haber saldı. Huzuruna vardım. Kardeşiy­le birlikte islam davetine icabet ettiler. Peygamber efendimizin nübüvvetini tasdik ettiler. Umman, da halkın idaresini bana tevdi ettiler. Bana yardımcı oldular.”

Amr bin As ile iki emir arasındaki mahavereyi naklettik. Bu emirlerden biri başlangıçta islamiyete meyletmişti. Diğeri ise sonunda islamiyete meyletmiş, neticede her ikisi müslüman ol­muş ve islamiyetlerini güzelce devam ettirmişlerdi. Kitaptaki bu karşılıklı konuşma ve cevaplar, islamiyetin Arapların kalbi­ne tesir ettiğini göstermektedir. Arapların bir kısmı inanmış, bir kısmı bekleme aşamasına girmiş, bir kısmı da İslama karşı tuzak kurma çabaları içine girmişti. Hülasa islamiyet, fikir sa­hibi olan kimselerin düşünce malzemesi haline gelmişti.

Bu karşılıklı konuşmalardan da anlaşıldığına göre o iki emir, Hıristiyanlardan idiler. Heraklius´un ise bütün doğu Hı-ristiyanları üzerinde hakimiyet ve hegamonyası vardı. Çünkü o zaman süper bir devletin başında imparator olarak bulunmak­taydı. Mısır ona bağlıydı. Habeşistan ona bağlıydı. Ancak Neca-şi bilahare ona baş kaldırmıştı. Necaşi´nin imam, gayri müsli-min müslüman üzerinde velayet hakkına sahip olamıyacağını gerektirdiğinden dolayı daha önceleri Heraklius´a verdiği hara­cı müslüman olduktan sonra vermemiş ve akıllıca, hem de dira­yetle: “Artık Heraklius´a bir tek dirhem bile vermeyeceğim!” de­mişti.

Ayrıca bu ifadelerden anlaşıldığına göre Heraklius da geniş fikirli bir insanmış, çünkü daha önce kendisine bağlı olup haraç veren bir kimsenin bu haracı kesmesi nedeniyle ona karşı sa­vaş ilan etmeyi uygun görmemişti. Çünkü daha önce kendisine bağlı olup haraç veren Necaşi, kendine göre başka bir dini, yani islamiyeti seçmiş, İslama meylettiği ve islamın gerçek bir din olduğuna inandığı anlaşılmıştı. Bunu imparatoruna da açıkça bildirmişti. Onun İslama giriş şekli nasıl olursa olsun o, hür dü­şünceli bir kimseye yaraşırcasma din hürriyetini, kullanarak bunu kendi nefsi içinde takdir etmişti.

Karşılıklı konuşmalarda gençen ifadelerden anlaşıldığına göre Cülendi´nin oğullarına gönderilen Peygamber mektubu, Mekke-i Mükerreme´nin fethinden sonra gönderilmiştir. Çünkü Cifer bin Cülendi, Amr bin As´a Kureyşlilerin Muhammed (s.a.v.) efendimize tabi olup olmadıklarını sormuş; Amr da Ku­reyşlilerin bir kısmının kendi arzularıyla, bir kısmının da kılıç korkusuyla ona tabi olduklarını ifade etmişti ki, bütün bunlar da şüphesizki Mekke´nin fethinden sonra olmuştu. Ayrıca Amr bin As´m da iki kardeşten en küçüğü ile ilk olarak görüşmüş ol­ması; onun ferasetli bir kimse olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü ilk olarak Peygamber mektubunu küçük kardeşe tak­dim etmiş, onun vasıtasıyla saltanat sahibi büyük kardeşini ik­na etmişti. Öyle anlaşılıyorki büyük kardeşle konuştuğu esna­da Amr bin As şiddetli ve sert ifadeler kullanmıştır. Çünkü adamları kendisini emirin huzurunda oturmaktan men etmiş ve mektubu bizzat emire takdim etmesine engel olmuşlardı. Aşağılanmak istemediği için de emire karşı sert ifadeler kullanmıştı. Ancak onun bu sert ifadeleri kullanmış olması» islam davasına zarar vermemiştir. Çünkü o İslama karşı yumuşak bir tavır gösteren diğer emir kardeşin yardımını ümit ediyordu. Hülasa Peygamber (s.a.v.) efendimiz islam davetini savaşlarda da, barışta da, devlet idaresinde de aksatmaksızın devam ettir­di.

Peygamber Efendimizin Yemame Valisine Gönderdiği Mektup

Resulullah (s.a.v.) efendimiz Suleyt ibn Amr el-Amiri aracılı­ğıyla Yemame valisi Hevze bin Ali´ye şu mektubu gönderdi.

“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Resulullah Mu-hammed´den Hevze bin Ali´ye.

Hidayete tabi olanlara selam olsun. Şunu iyi bilki benim di­nim develerin ayakları ile atların toynaklarının ulaşabildiği her yere ulaşacaktır, Müslüman olki selamete erişesin ve elinin altında bulunan yerlerin idaresini sana bırakayım.”

Suleyt mektubu Yemame valisine götürdü. Mühürlü mektu­bu alan vali, Süleyt´e selam verip ikramda bulundu, mektubu okuduktan sonra Peygamber efendimize şu cevabi mektubu yazdı: “Davet ettiğin şey ne kadar güzeldir. Ancak Araplar be­nim makamımdan korkarlar ve beni sayarlar. Bana idarenin bir kısmını teslim etki sana tabi olayım.”

Mektubu yazıp Süleyt´e verdikten sonra ona bazı hediyeler takdim edip Hecr dokuması bir kaftan giydirdi.

Elçi Suleyt, yanındaki mektup ve hediyelerle birlikte Pey­gamber efendimizin yanına döndü. Peygamber efendimiz mek­tubu okuduktan sonra Yemame valisine az bir parça yer ver­meyi dahi kabul etmedi. Mekke-i Mükerreme´nin fethinden sonra Peygamber (s.a.v.) efendimiz vahiy aracılığıyla, bu mek­tubun tamahkar sahibi vali Hevze´nin öldüğünü öğrendi. Ye-mamelileri kötüledi ve: “Yemame´de yalancı bir Peygamber tü-reyecektir ama eninde sonunda öldürülecektir” dedi. Sahabiler-den biri: “Onu kim Öldürecektir ” diye sorunca peygamber efen­dimiz, ona: uSen ve arkadaşların öldüreceksiniz” diye cevap verdi.

Peygamber (s.a.v.) efendimizin verdiği haber tahakkuk etti. Arabiler arasında irtidat olayları baş gösterdi. îrtidat olayları Yemame´de daha yoğun bir şekilde görüldü. Resulullah´m hali­fe Ebu Bekir es-Sıddık: “Ya onları itaat altına alan bir barış, ya da onları sahneden uzaklaştıran bir savaş!” sloganıyla üzer­lerine yürüdü. Azim ve sebatla yoluna devam etti. îslamiyeti güçlendirdi. Cenab-ı Allah Ebu Bekir vasıtasıyla islamın kuv­vetini ve izzetini korudu.

Peygamber (s.a.v.) efendimiz Hudeybiye barışından sonra Gassan emirine kendisini Islama davet eden bir mektup gön­derdi.

Siyer kitapları, Gassan emirinin hidayet çağrısına icabet edip etmediğini kaydetmemektedirler.

Peygamber efendimizin hükümdarlara, emirlere ve reislere mektup gönderdiğini, onların da mukabil cevaplarını söylemiş­tik. Bu hükümdarların, emirlerin ve reislerin kimi Peygamber efendimizin çağrısına icabet etmiş, kimi de iman etmeseler da­hi güzelce cevaplar vermişlerdi. Bunların yanı sıra bazıları inkâr edip küfürlerinde inat etmiş ve Peygamber efendimize karşı tuzak kurup eziyet vermek istemişlerdi. Ancak Cenab-ı Allah onların tuzaklarını başlarına geçirmişti.

Peygamber efendimizin gazvelerine dair konuşmalarımıza üç sebepten dolayı geçici olarak ara vereceğiz:

1- Muhammedi risaletin amacı islam davetini tebliğ etmekti. Yapılan savaşlarda bu daveti himaye etmek ve kafirleri, dinle­rinden dolayı mü´minlere eziyet vermekten sakmdırmaktı. Ni­tekim Mekke müşrikleri ile Şam Hıristiyanları mü´minlere, dinlerinden dolayı eziyet etmiş ve onları fitneye düşürmüşlerdi. Savaş asıl itibariyle meşru değildir. Ancak savunma ve islam davetini himaye etmek amacıyla yapılırsa meşruluk kazanır. Zaten savaşın ilk ve bizzat maksadı da budur.

2- Gönderilen bu mektuplar ve verilen cevaplar, islam dave­tinin ne kadar yayıldığını açıklamaktadır. İnsanların İslama iman edip icabette bulunduklarına ilişkin bir açıklama vermek­tedir. Görülüyorki kendilerine mektup gönderilen kimselerin bir kısmı derhal islam davetine icabet etmiş, bir kısmı ise ica­bet etmekle birlikte idareleri altında bulunan Yahudilerle, Me-cusilerin durumlarına ilişkin şer´i hükümleri sormuşlardır. Örneğin Münzir îbn Sava bunlardan biri idi. Bir kısmı da Pey­gamber efendimize tabi olup olmamak hususunda önce tered­düt geçirmiş, sonra kavmi ile birlikte hakikati tanıyıp imana gelmişti. Öte yandan Yemame valisinin islam çağrısına icabet etmek için peygamber efendimizle pazarlık yaptığını da görüyo­ruz. Yemame ve orada yaşayan Hanife oğullan irtidat furyası­nın üssü haline gelmişti. Zaten onların böyle yapacaklarını Peygamber efendimiz önceden haber vermişti. Onların bir kıs­mı irtidat fitnesinde baş rolü oynamıştı.

3- Arap emirlerinin tümü ya da büyük bir çoğunluğu diğerle­rine oranla islam çağrısına icabet etmeye hazır durumdaydılar. Hıristiyanlardan da bu çağrıya icabet etmeye meyilli olan ve problem çıkarmaktan uzak duran kimseler de vardı. Özellikle kitap ilminden haberi olan, Hıristiyanlığı asli kaynaklarından araştırıp öğrenen kimseler böyle idiler. Her ne kadar tarih bun­lardan bahsetmemekteyse de bunlar islam davetine icabet et­me eğilimindeydiler.

Özet olarak islam daveti bütün Arap beldelerini kapsadı. Bundan sonra Peygamber (s.a.v.) efendimiz çevreye nıücahidle-ri göndermişse de bunların görevleri islamı öğretmekti. Nite­kim Peygamber (s.a.v.) efendimiz Ali bin ebi Talib ile Muaz bin Cebel komutasında Yemen´de icra ettiği gazvelerden bahseder­ken buna da değineceğiz. İslam davetine çabucak icabet edildi ve yapılan bu icabet gerçek idi. Çünkü bu icabetten sonra Ye­mame ehli gibi irtidat eden kimseler görülmedi.

Zımmi

İdaresi altında bulunup memleketinde ikamet etmek isteyen Yahudilerle Hıristiyanlara nasıl davramlacağım soran Münzir bin Sava´ya Peygamber efendimizin yazmış olduğu cevabi mek­tupta onların dini şiarlarını muhafaza etmelerine, dinlerinden ötürü zarar görmemelerine ve buna karşılık cizye vermelerine hükmedilmiş ti. Peygamber efendimizin siretini konu edinen bir kitaba uygun düşecek bir şekilde cizye hakkında kısa cümleler­le açıklamalarda bulunmuştuk. Müslümanların idaresi altında kalan kimseler, Emir-ül Mü´minine itaat etme taahhüdünde bulunurlarsa onlara Zımmi denilir.

Müslümanların akdettikleri muahedeler üç kısma ayrılırlar:

1- Hudeybiye sulhunde olduğu gibi müşriklerle müslüman-lar arasında yapılan saldırmazlık veya mütareke muahedesi. Bu muahede gayri islami bir devletle islam devleti arasında ya­pılırdı.

2- Peygamber efendimizin islam davetine icabet edip teslim olan, ya da savaşmaksızm mütarekeye razı olan kimselerle is­lam devleti arasında yapılan barış anlaşması. Bu durumda bunlar nıüslümanlara tecavüz etmedikleri ve islam düşmanla­rıyla işbirliği yapmadıkları takdirde güven içinde kalırlardı.

3- Müslümanlarla birlikte ikamet etmek isteyen fertlere ve­rilen eman anlaşması. Bu durumda kendileriyle eman anlaş­ması yapılan kimseler müslümanlarla birlikte ikamet eder, mallarna karışılmaz, müslümanlarla aynı yükümlülüklere tabi olurlardı. Din hürriyetine sahip kılınır ve dini şiarlarını yerine getirebilirlerdi. Ancak müslümanlara zarar vermedikleri, müs­lümanlarla savaşmadıkları sürece bu hakka sahip kılınırlardı, îslami eman altında yaşarlardı. îşte bunlara Zımmi adı verilir. Çünkü bunlar Peygamber efendimizin zimmet ve teahhüdü al­tına girmişlerdi. Peygamber efendimiz onlar hakkında şöyle buyurmuştu: “Bir zımmiye eziyet eden kimsenin kıyamet gü­nünde hasımı ben olurum. Ben kiminle hasım olursam onu ye­nik düşürürüm.^ Dinlerin saygınlığım muhafaza etmek için bu zımmiler özel olarak himaye edilirlerdi. Fıkıhçılar, Yahudi, Hı­ristiyan ve Mecusilerle zımmilik akdi yapılabileceğine cevaz vermişlerdir. Çünkü Kur´an-ı Kerim´in nassı ile ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla zimmet akdi yapılacağına dair izin verilmiştir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah´a ve ahiret gününe inanmayan, Allah´ın ve Resulünün haram saydığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçülfüp bo­yun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar sava­şın. “(Tevbe: 29)

Bu ifadelerden şöyle bir hüküm çıkarılmaktadır: Zımmiler-den cizye alınması durumunda onlar, islam düşmanlarına karşı müslümanlarla birlikte savaşma yükümlülüğünden muaf tutu­lurlar. Cizye alınmasına dair hükümlerden söz ederken bu hükmü açıklamıştık. Mecusilerden ve ehli kitap gibi diğerlerinden zımmi statüsü ile cizye alınmasına gelince, bu uygulama Peygamber efendimizin Münzir bin Sava´ya yazdığı mektubuna dayanılarak yapılmıştır. Bunu destekleyen diğer haber ve ha­disler de vardır. Arap müşriklerine gelince onlar ya teslim olup müslüman olacak, ya da öldürüleceklerdi. Gaye, Arap beldele­rinde iki dinin görülmemesi idi. Arap beldelerinin sadece İsla­ma ve mü´minlere has kılınması gerekiyordu. Çünkü orası is­lam toprağıydı. İslamiyet orada doğdu. Ve yine oraya dönecek­tir. Geriye Hindliler, yıldızperestler, Buda´nm kendisine veya heykeline tapan Budistler ve diğer putperestlerin hükmü kaldı. Ebu Hanife ile arkadaşlarına göre bunlardan da cizye alınır ve bunlar zımmi olarak kabul edilirler. Onlar bu hükmü verirler­ken Mecusilerden cizye alınması hükmüne kıyas yapmışlardır. Çünkü bu saydıklarımız Mecusilerden daha kötü durumda de­ğildirler. Güneşe tapanlar ateşe tapanlardan daha aşağı du­rumda değildirler. Diğerleri de bu hükme tabidirler. Doğrusu biz de bu görüşten yanayız.

Zımmilik akdi eman ve ikametle sabit olur. Bu akid yapıl­dıktan sonra mü´minlerin Veliyyül Emri onları kendi dinleriyle başbaşa bırakır. Dini şiarlarını yerine getirmelerinden dolayı onlara baskı yapamaz. Aksine, dini sorumluluklarını yerine ge­tirmelerine müsaade eder. Kendilerine hayat hakkı tanır. Mal­larını, canlarını, nikahlarını ve ırzlarını koruyup himaye eder. Onları müzminlerle aynı muameleye tabi tutar. Aile düzenleri­ne ilişilmez. Hiç bir haktan yoksun bırakılmazlar. Onların da her şeyden önce islami hükümlere riayet etmeleri gerekir. Ria­yet etmemeleri durumunda islami cezalar onlarda tamamiyle tatbik edilir. Kısasa ve hadlerin tümüne tabi tutulurlar. Hırsız­lık, zina, iftira hadlerine tıpkı mü´minler gibi tabi tutulurlar. İffetli bir müslüman erkeğe ya da kadına zina isnadında bu­lunmaları ya da yol kesmeleri durumunda gerekli hadde tabi tutulurlar. Alış veriş, icare, borçlanma gibi islami hükümler on­lara tatbik edilir. Faiz alıp veremezler. Muamelelerinde islami alış veriş hükümlerine riayet eder ve faiz alış verişi yapamaz­lar, îslam şeriatine açıkça muhalefet edemezler. Örneğin pu-tevleri ya da müslümanlar arasında Mecusilere has ateşler ya­kamazlar. Özetle müslümanları dinlerinde fitneye düşürecek davranışları açık bir surette yapamazlar. Müslümanlara karşı her hangi bir hıyanette bulunamazlar. Örneğin İslama karşı sa­vaş veren gayri islami bir devlete intisab edemez ya da ona yar­dımcı olamazlar. Çünkü böyle bir davranış İslama ve müslü-manlara karşı meydan okumak demektir. Tıpkı müslümanlar gibi islam devletine sadık birer tebaa olacaklardır ki şu islami kaide tahakkuk etsin: “Onlar da bizim gibi aynı haklara sahip kılınacak ve bizim gibi aynı yükümlülüklere tabi olacaklardır.”

Zımmiler ne İslama, ne de Peygamber efendimize, ne de sa-habilerden herhangi birine sövemiyeceklerdir. Eğer bu ahidle-rine riayet ederlerse emniyet içinde kalacaklardır. Aksi takdir­de zımmilik akdi iptal edilecek islam devletinin gölgesinde ya-şayamıyacak ya da gerekli cezayı göreceklerdir.

Zımmiler Darul Harbe geçemiyecekler. Aksi takdirde harbi kimseler sayılacaklar ve zımmilik akdinin dışında kalacaklar­dır. Özetle onlar müslümanlarla aynı hak ve yükümlülüklere sahip kılınacaklardır. Ebu Hanife, zımmilerin içki içebilecekle­rini, içkinin onlar için değerli bir mal sayılabileceğini, sözgelimi zımmilere ait bir içkiyi müslüman birinin dökmesi halinde kıymetini zımmiye Ödemesi gerekeceğini söylemiştir. Yine Ebu Hanife´ye göre zımmiler domuz eti yiyebilecek ve domuz eti on­lar için değerli bir mal kabul edilecektir. Müslümamn biri zım­miye ait bir domuzu öldürdüğü takdirde tıpkı bir müslümana ait koyunu öldürmüş gibi kabul edilecek ve domuzun değerini zımmiye ödemekle yükümlü kılınacaktır.

Yine Ebu Hanife´ye göre zımmiler sahih olduğuna inandıkla­rı takdirde İslama göre mahrem sayılan kadınları nikahlayabi-leceklerdir. Böyle bir evlilikte evlilik nafakası anlaşmazlığı zu­hur eder de anlaşmazlığı çözümlemek için hakime müracaat et­tikleri takdirde hakim nafaka ile hükmedebilir. Böyle bir evli­likte neseb anlaşmazlığı ortaya çıkar da bu anlaşmazlığın çözü­mü için hakime müracat ettikleri takdirde hakim neseb ile hükmeder. Çünkü fıkhi kural gereğince onları kendi dinleri ile başbaşa bırakmamız gerekmektedir. Müslümanların veliyyel emrinin, zımmiler arasında zuhur edecek davaları halletmesi için bir kadı tayin etmesi gerekir. Şayet zımmiler müslüman hakimin huzurunda davalaşmak hususunda anlaşırlarsa müs­lüman hakim, onlar arasında zuhur eden anlaşmazlığı karara bağlayıp çözümler. Zira Cenab-ı Allah buyurmuş ki:

“Sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir; eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar vere­mezler. ” (Maide: 42)

Zımmiler bir müslümanla davalaştıkları ta´kdirde aralarında ancak müslüman bir kadi hükmeder ki müslümanın hakkını korusun ve müslüman üzerindeki velayeti tam bir şekilde ger­çekleştirmiş olsun. Çünkü gayri müslimin müslüman üzerinde velayet yetkisi yoktur. Şayet davalaşan tarafların ikisi de zım-mi iseler ve taraflardan biri müslüman hakimin huzurunda muhakeme olma talebinde bulunursa, diğeride onun bu isteği­ne uymak mecburiyetindedir. Bazı fıkıhçılar bu görüştedir. Çünkü bu durumda müslüman hakimin huzurunda muhakeme olunmak isteyen taraf tıpkı müslüman kişi gibi sayılmaktadır. Bazı fıkıhçılara göre ise diğer tarafın bu isteğe uyma mecburi­yeti yoktur. Çünkü ikisinin arasında hüküm verecek bir hakim­leri vardır. Öyle sanıyorum ki sadece ailevi ve dini hususlarda zımmilere kendi aralarındaki davayı halletmesi için kendilerin­den olan hakim tayin edilme mecburiyeti vardır. Alış veriş icar ve diğer umumi muamelelerle ilgili davalara gelince zımmilerle müslümanlar arasında tam bir eşitliği sağlamak için bu gibi davaları çözüme bağlamaya sadece müslüman hakimler yetkili kılınır.

Zımmilerin içki içip domuz eti yemelerine cevaz verme mese­lesine gelince bu sadece Ebu Hanife´nin görüşüdür. Çünkü biz onlarla dinlerini başbaşa bırakmakla emrolunmuşuz. Adil hü­kümdar Ömer bin Abdülaziz, Hasen-i Basri´ye şöyle bir soru sormuş: uZımmileri domuz eti yerken, içki içerken, kendi Öz kız­larıyla evlenirlerken serbest bırakırsak bizim halimiz nice ola­caktır ” Onun bu sorusuna Hasan-ı Basri şu cevabı vermiş: “Zaten bunun için onlardan cizye alıyoruz. Sen sadece fıkha uyarsın, kendi kafana göre hüküm çıkaramazsın!”.

Ancak fıkıhçıların büyük bir çoğunluğu onların içki içmeleri­ne, domuz eti yemelerine ve kendi kızlarıyla evlenmelerine mü­saade etmemişlerdir. Çünkü onlar da bizimle aynı hak ve yü­kümlülüklere tabidirler. Allah´a hamd olsun.

——————————————————————————–

[1] Ebu Kebşe, Peygamber efendimizin sut anası Halime, hatunun kocasının adıdır. Müşrikler alay olsun diye Peygamber efendimize Ebu Kebşe´nin oğlu derlerdi. –

Share.

About Author

Leave A Reply