Hakka Davet

0

Vahyin altı ay veya daha az bir süre kesilmesinden sonra, Peygamber efendimize tebliğ görevi verildi. Bu emir üzerine Peygamber efendimiz, ilahi risaletin yükünü omuzladı ve bü­tün insanlığa tebliğde bulunmaya başladı. Allahü Teala ona, kendisine köstek olan Örtüyü üzerinden atmasını, sadece Hira mağarasında ibadetle yetinmemesini emretti. Hira mağarasm-daki ibadeti, kendi nefsini terbiye etmesi, ruhunu arındırması için yeterliydi. Ancak rabbinin emirlerini bütün insanlığın hu­zurunda anlatması gerekiyordu. Hira mağarasında gizlice yal­varıp yakararak rabbiyle irtibata geçmek, güvenilir bir elçi için yeterli değildi. İlahi emirleri halka açıklaması gerekiyordu. Böylece o, bir taraftan Hira mağarasında kendi zatını süsleyip terbiye ettiği, ruhunu güçlendirdiği, nefsini göklerde ve yerde herşeyden haberdar olan rabbine yönelttiği gibi, öte yandan da toplumsal bir ibadette bulunmuş olacaktı. Çünkü hak davetini yayacak, insanları sadece Allah´a ibadete yönelmeye çağıracak­ta Nefisleri ıslah edecek ve gecesi gündüz gibi aydınlık olan apaçık bir sevgiyle insanlar arasına girecekti. îşte peygamber­lerin sonuncusu Abdullah oğlu Muhammed (sav)´in omûzladığı büyük risaletin gayesi buydu. Rabbi ondan şu kesin emirle hal­kı doğru yola çağırmasını istiyordu:

“Ey örtülere bürünen, kalk, uyar. Rabbini tekbir et Elbiseni temizle, pislikten kaçın. Verdiğini çok bularak başa kakma. Rabbin için sabret.” (Müdessir: 1-7)

Bu ayet-i kerimeler şu hususları kapsamaktadırlar: İnsan­lar, eğer sapıklıklarında devam edecek olurlarsa, onları şiddetli bir azap ile uyarmak gerekir. Allah´a kulluğa, zahiren ve batı-nen giysileri temizlemeye, fesadı terketmeye, kötülükten uzak durmaya davet etmek icab eder. Kötülüğü uzaklaştırmanın, eziyeti ortadan kaldırmanın yegane yolu, Allah´a ibadettir. İs­lam davetini tebliğ etme hususunda ilk emir sayılan bu ayetler, üç önemli hususu içermektedir. Muhammedi davetin özünü oluşturan bu üç hususu şöyle sıralayabiliriz:

1- Ceza ve hesaba iman etmek. Zaten Peygamber efendimize uyarma emrini veren Cenab-ı Allah da bu hususa işaret etmiş­tir. Bunda abiret gününe işaret vardır. O günde yapılacak he­sap ve cezaya değinilmektedir, insanlar hayır işlemişlerse ha­yır görecek, şer işlemişlerse şer göreceklerdir.

2- însan nefsi, ibadet ve sabırla terbiye edilir. İnsanın kalbi, yüce Allah´a ihlasla bağlanmak, onu ortaksız bilip yüceltmekle temizlenir. Allah´ın ortağı yoktur. Hakimiyet ve övgü O´na mahsustur. Zaten Cenab-ı Allah da bu hususa şu ayet ile işa­rette bulunmuştur: “Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle.”

3- Toplumu, içinde yaşamakta olduğu eziyetlerden kurtar­mak ve topluma fayda vermek. Noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah, bu hususa şu ayetle işaret etmiştir:

“Pislikten (Allah´a eş tutmaktan, puta tapmaktan ve çirkin şeylerden) kaçın. Verdiğini çok bularak başa kakma.”

Böylece, yukarıdaki ayet-i kerimelerin, Islami hakikatlerin özüne işarette bulundukları anlaşılmaktadır. Islamiyetin teme­lini teşkil eden bu hakikatler, Vahdaniyet (Allah´ın birliği), ahi-ret gününe iman etmek, nefisleri pisliklerden arındırmak, fesa­dı bertaraf etmek ve bunun yerine faydalı olan şeyleri yerleştir­mektir.

Davetin Mertebeleri

“Zadü´l Mead” adlı eserinde İbn Kayyım, davetin beş merte­besi bulunduğunu söylemiştir:

1- Peygamberlik: Allah katından inen hakka, ancak peygam­berler davet ederler. îbn Kayyım bunu, davetin ilk mertebesi olarak kabul etmiştir. Ama biz bu görüşte değiliz. Biz bunu da­vetin mahiyeti olarak kabul ediyoruz. Çünkü risalete iman et­me çağrısında bulunan kişi, ancak nebi ve mürsel olmalıdır. Çünkü bu, davetin esasıdır. Yoksa davete başlamak için girişi­len ilk mertebe değildir. Aksine bu, davetin aslı ve özüdür.

2- Yakın akrabayı uyarmak: Zaten bu iş için Cenab-ı Allah Peygamber efendimize şu emri vermişti:

“(Önce) en yakın akrabanı uyar ve müminlerden sana uyan­lara kanadını indir. (Onlara karşı mütevazi ve şefkatli dav­ran).” (Şuara- 214-215)

Peygamber (sav) efendimiz, işe ilk olarak en yakın akraba ve aşiretini davet etmekle başlamıştı. Bunun için de Abdü Menaf oğullarını çağırmış ve onlara şöyle demişti: “Şu vadide atlıla­rın bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylersem beni doğrular mısınız ” Orada bulunanlar: “Senin yalan söyle­diğini görmedik” diye cevap verince, Peygamber efendimiz şöy­le devam etti: “Şüphesiz ben, Allah´ın size gönderdiği elçisiyim. Şiddetli bir azaptan önce gelip size haber veriyorum. Bu ceza ya temelli cennete, ya da temelli cehennemde kalmaktır!”

3- Davetçinin kendi kavmini uyarması: Muhammed (sav) efendimiz bu yöntemi uygulamıştı. Dar çerçevelerden çıkıp ge­niş bir alana geçmişti.Sonra da daha genel ve kapsamlı bir ala­na intikal etmişti. Yakın akrabalarını uyardıktan sonra, kavmi Kureyşi uyarmaya başlamıştı.Bu mertebede Peygamber efendi­miz, Mekke ve çevresindeki insanları uyarmaya başlamıştı.

4- Bu mertebeyi de îbn Kayyım şu sözleriyle açıklamaktadır: “Daha Önce, kendilerine uyarıcı gelen ve buna inanan kavimleri uyarmak”

Bunlar arap yarımadasında yaşayan araplardı. Çöl ve kent ahalisiydi. Böylece Peygamber efendimizin daveti, arapça ko­nuşan herkese yayılmıştı.Yakm uzak demeden, insanlar ara­sında ayırım yapmadan bütün araplara hak davetini ulaştır­mıştı.”

5- Araplardan başka Romalılara, İranlılara, Şamlılara, Mı­sırlılara, Habeşlilere elçiler ve mektuplar aracılığıyla daveti tebliğ etmek, sonra da onlara davetçiler göndermek: Müslümanlara hücum eden, ya da hücuma kalkışan düşmanları bertaraf etmek için ordular hazırlamak. îslama davet etmek is­teyen davetçilere engel çıkaran milletlerin İslamı öğrenmeleri­ne engel olan kimseleri saf dışı bırakmak için ordular hazırla­mak, işte bu, davetin beşinci mertebesini teşkil eder. Sapıklıkla doğruluğun, hidayetle dalaletin birbirinden ayrılması ve hida­yetle hakkın sebat bulması, bundan sonra da insanların delil ve hüccete dayanarak hakkı seçmeleri için, davet engellerini orta­dan kaldırmak gerekir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuş­tur:

“Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim tağut (Şeytan)ı inkar edip Allah´a inanırsa, muhakkakki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bi­lendir. ” (Bakara: 256)

Her ne kadar ikinci ve üçüncü mertebeler arasında ayırım yapmak çok zor olsa da Peygamber (sav) efendimiz bu mertebe­lerin hepsini de uygulamıştır. Gerçekten ikinci ve üçüncü mer­tebeler, hemen hemen birbirinden ayrılamıyacak kadar iç içe-dirler. Zaten birincisi, davet için mertebe sayılmaz. Aksine o davete hazırlık mertebesidir. Belki de bu mertebeden şu kasde-dilmiştir: aYaratan Rabbinin adıyla oku…”

Bu ayetler Peygamber efendimizin Cebrail ile ilk buluşması esnasında nazil olmuşlardır. Davetin ilk mertebesi, davetçinin okumasını ve kendini yetiştirmesini gerekli kılmaktadır. Bu ayetlerin nüzulünden sonra vahiy altı ay kadar kesilmiş ve bundan sonra da şu ayet-i kerimeler nazil olmuştur:

“Ey elbisesine bürünen, kalk, uyar. Rabbini tekbir et. Elbise­ni temizle.” (Mıidesair: 1-4)

Bundan sonra Peygamber efendimiz davetini gizli yaptı Dostlarıyla, yakın arkadaşlarıyla, seçkin tanıdıklarıyla buluşu­yor, onlara İslamiyet´i tebliğ ediyordu. îşte bu, tebliğin ikinci mertebesiydi. islam´ın ilk nüvesini oluşturmak için, başlangıçta daveti gizli yaptı. Bu nüvelerden çekirdekler oluşacaktı. Bunu da gizlice yapmak gerekiyordu. Çünkü daha ilk aşamada daveti açıklamak, ekilen tohumu çürütebilirdi.

Her yeni düşüncenin etrafında imanlı gönüllerin bulunması ve bu düşüncenin ilanından sonra da bu dostların onu destekle­mesi gerekir. Böylece o düşünce açığa vurulur. Sonra da bu fîkrin propagandasını yapacak kimseleri bulmak gerekir. Gizli davetin durumu, ana karnındaki ceninin durumu gibidir. Ce­nin, kendi başına hayatta kalabilecek duruma gelmeden ana karnından çıkmaz. Beka unsurlarını ve kuvvet sebepleriyle beslenmeyi elde ettikten sonra dünyaya gelir. îşte fikir davetle­ri de böyledirler. Önce gizlice tedbirlerin alınması, sonra açığa vurulmaları gerekir. Bu nedenle islam daveti, ilk mertebede gizlice yapılmış, sonra diğer mertebelere geçilerek ilan edilmiş­ti. Kavilerin anlattıklarına göre, İslam davetinin gizlilik aşa­ması üç yıl sürmüştü. Müslümanlar bu süre içinde ibadet ve müzakerelerini Erkam bin Ebi Erkam´ın evinde gizlice yapar-larmış. Fakat şunu bilmemiz gerekir ki, bu süre içindeki gizli­lik, davetin gizlenmesi değildi. Peygamber (sav) efendimiz, ge­tirdiği ilahi hakikatleri ilan ediyordu. Bazı hususlarda insanla­rı uyarıyor, bazı hususlarda da onlara müjde veriyordu. Yalnız gizlenen şey, alemlerin rabbinin davet ettiği ibadetin edasıydı. Bu nedenle de Hz. Ömer ile Hz. Hamza´nın müslüman olmala­rından önce bazı güçsüz müminler, müşriklerin eziyetlerine uğ­ramışlardı. Ancak Hz. Hamza ile Hz. Ömer´in müslüman olma­larından sonra müslümanlar, saf halinde ortaya çıkmış, müslü-manlıklarını ilan etmiş, birlik ve beraberlik içinde müşriklere karşı cephe oluşturmuşlardı. Allah´ın kuvveti ve hakkın gücüy­le, kendisi acı da olsa, tatlı sonuçlar getiren sabırlarıyla müş­riklere karşı meydan okumuşlardı.

Bundan sonra müşriklerin saflarını yaran tam bir açıklıkla, hakkın nurunu ve İhlasın aydınlığını ortaya koymuşlardı. Çün­kü Cenab-ı Allah, Peygamber efendimize kesin ifadelerle şu emri vermişti:

“Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara al­dırma. ” {Hıcr 94)

Bu ayetin nüzulünden sonra Peygamber efendimiz müşrikle­re açıkça îslamı duyurmaya başladı. Kur´an-ı Kerim´le onlara meydan okudu ve mücadele verdi. Hakka inanan bir kimsenin gönül rahatlığıyla onlara karşı direndi. Kur´an ayetlerim oku­yarak onlarla tartıştı. Kur´an´ın bir benzerini getirmeleri husu­sunda onlara meydan okudu. Onlarsa kendisini tehdit ediyor, aile ve aşiretini uyarıyorlardı.

İlk Müslüman Olanlar

Muhammed (sav), tslam´m ilk nüvesini oluşturmak için ça­lışmaya başladı. Başlangıçta, kendisiyle birlikte oturup kalkan ve kendisiyle beraber yaşayan kimseleri İslam´a çağırdı. En ya­kınında üç kişi vardı. Bunların birincisi, mü´minlerin annesi Hatice idi. Peygamber efendimiz onunla sükunet buluyor, onun şefkatini ve himayesini görüyordu. Peygamber efendimize iyilik eden bu mübarek kadın, onun çocuklarının anası ve şefkatli re-fikasıydı.

Peygamber efendimizle birlikte yaşamakta olanların ikinci­si, Ebu Talib oğlu Ali´ydi. O Peygamber efendimizin himaye ve kefaleti altında bulunuyor, ondan terbiye görüyor ve geçimi de onun tarafından karşılanıyordu. Çünkü Ebu Talib´in çoluk ço­cuğu kalabalık, kendisi de dar gelirliydi. Kardeşinin oğlu Mu­hammed (sav) ise ona göre daha varlıklıydı. Bu zenginliği ve malı, Hatice´nin malıyla ticaret yaparak elde etmişti. Peygam­ber efendimizin amcası Abbas da zengin bir kimseydi. Ku-reyş´in servet sahibi kimselerindendi.

Duygulu, akrabalık bağlarına riayetkar ve sevecen bir insan olan Peygamber efendimiz, bu durumu amcası Abbas´a açtı. Kendisiyle amcası Abbas´dan her birinin, Ebu Talib´in çocukla­rından birini yanlarına alıp bakımını üstlenmeyi önerdi. Abbas da ona muvafakat etti. Ebu Talib´den , yanlarında kalmak üze­re birer çocuğunu istediler. Muhammed (sav) Ali (r.a)´yi aldı. islam daveti gelip ilahi vahiy indiğinde Hz. Ali on yaşındaydı.

Peygamber efendimizle beraber yaşamakta olanların üçün­cüsü Zeyd bin Harise bin Şirahbil idi. Zeyd, Ben-i Kelb oğullan kabilesine mensup Araplar´dandı. Cahiliyet devrinde köle ola­rak alınmıştı. Çünkü kendisi 18 yaşlarındayken İranlı bir toplu­luk tarafından yakalanarak köle pazarında satılmıştı. Nihayet mü´minlerin annesi Hatice´nin mülkiyetine girmişti. Sonra Ha­tice onu Resulullah (sav)´a vermiş, böylece o, Resulullah´m köle­si olmuştu.

Babası, kaybolan oğlu Zeyd için çpk üzülmüş ve onu kaybet­tiğinden dolayı ağlayıp gözyaşları dökmüştü. Onun hasretini dile getiren şöyle bir şiir söylemişti:

“Zeyd´e ağlayıp duruyorum.

Ne olduğunu bilmiyorum. Acaba sağ mıdır

Herhalde öyle olmalıdır.

Yoksa ecel mi uğradı yanma

Vallahi bilmiyorum.

Onu sorup duruyorum.

Zeydf Sana düz yerler mi, yoksa dağlar mı kıydı

Ahf Ne olurdu zamanın,

Seni bir defa olsun geri döndüreceğini hileydim.

Senin dönmen en büyük şey,

Bana dünyada bu yeter! Güneş doğarken onu, bana hatırlatır!

Gurub zamanı yaklaşınca

Yine onu hatırlarım.

Rüzgarlar esince

Onun hatırasını dalgalandırırlar.

Ey onun hakkındaki üzüntülerim ve korkularım!

Ne kadar da uzunsunuz!

Onu aramak için akçıl deve

Yeryüzünde hızla sürülüp koşturulup duracak.

Deve, dolaşmaktan yorulmadıkça

Ben de bıkmayıp yorulmayacağım.

Ben sağ oldukça

Ya da ölüm gelip çatmadıkça böyle yapacağım.

Zaten herkes bir emel ve ümide kapılarak

Yok olup gider. ”

Babası, oğlu Zeyd´i Arap beldelerinde uzun süre aradı. Niha­yet bi´setten önce Resulullah´m yanında buldu. Abdullah oğlu Muhammed (sav) de, köleliğe düşmandı. Rızası olmadan, Zeyd´i kendi yanında alıkoymak istemedi. Onu kendi yanında kal­makla babasının evine gitmek arasında serbest bıraktı ve şöyle dedi: “Dilersen yanımda kal, dilersen babanla beraber git” Ama o genç, Peygamber efendimizin yanında kalmayı tercih et­ti. Babası ve ailesinin yanında kalmaktansa, nübüvvetin nuru­nu tercih etti. Ama babası onu kınamaya başladı ve şöyle dedi: “Ey Zeydl Ananı babanı bırakıp da köleliği mi tercih ediyor­sun !” O asil oğul şöyle dedi: “Doğrusu ben bu adamda üstün-lükler gördüm. Artık ebediyyen ondan ayrılmayacağım!”

Onun bu vefakarlığını gören Peygamber efendimiz, elinden tutup Kureyş cemaatinin yanma götürdü ve şöyle dedi: “He­piniz şahit olun. Bu benim oğlumdur, bana mirasçı olacaktır.”

Peygamber efendimizin böyle söylediğini duyan Zeyd´in ba­bası sevindi. Artık bundan sonra Zeyd´e, “Muhammed´in oğlu Zeyd” denilmeye başlandı. Bu hal, evlat edinmenin Kur´an ta­rafından yasaklanmasına kadar devam etti. Evlat edinmeyi ya­saklayan Kur´an ayetinde şöyle denmektedir:

“Onları babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah yanında daha adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarmızdır.” (Ahzab. 5)

Peygamber Evinde İslamiyet

İslam´ın başlangıcı Hz. Muhammed (sav)´in evinde oldu. Onun evindeki kimseler İslam davetini başlattılar. Bunlar üç kişiydiler: Biri Peygamber efendimizin şefkatli, güvenilir, vefa­kar ve iffetli zevcesi Huveylid kızı Hatice, ikincisi henüz bir ço­cuk olan Ebu Talib oğlu Ali´ydi. Peygamber efendimiz onu bes­leyip büyütmüştü. Üçüncüsü de Peygamber efendimizin üzerin­deki kölelik bağını kaldırmış olduğu Zeyd idi. Zeyd´i Peygamber efendimiz kölelikten kurtarıp Kureyş içindeki yüksek mevkiine ulaştırmıştı. Öyle ki, Araplar ona Muhammed´in oğlu Zeyd diye seslenirlerdi. Bu hal, evlat edinmenin Allah tarafından yasak­lanmasına kadar devam etti. Bu yasak indikten sonra Zeyd´in şerefi, islam ve îman sayesinde daha da arttı. Hürriyetine ka­vuşarak şerefli bir insan oldu.

Peygamber efendimiz Cebrail ile karşılaştığı günden itiba­ren iman edip islam´a girdi. Peygamber efendimiz Cebrail ile konuştuktan sonra, vücudu tiril tiril titremekte olduğu halde evine döndü. Hatice bu olayı Varaka bin Nevfel´e anlattığında Varaka, Peygamber efendimizin, zamanın Resulü olduğunu, ondan sonra bir peygamberin gelmeyeceğini bildirdi.

Hatice daha işin başından iman etmişti. Onun imanı güven­lik ve esenlik olmuştu. O Peygamber efendimize sükunet verir, onun üzerine şefkat ve merhamet kanatlarını gererdi. Müşrik­lerin şiddetli baskıları ve sert direnmeleri ortamında Hatice, rahmet ve şefkat kanatlarıyla Peygamber efendimizi gölgelen­dirir, hep destek olurdu. Nitekim “Siret” adlı kitabında Ibn Hişam şöyle der: “Davet hususunda Hatice Peygamber efendi­mizi destekledi. O, Allah ve Resulüne inanan, Peygamberin getirdiklerini tasdik eden ilk insan oldu. Bu sayede Cenab-ı Al­lah, elçisinin yükünü hafifletti. Hoşuna gitmediği red ve tekzib-leri duyunca üzülüyordu. Fakat Hatice´nin yanına döndüğün­de Cenab-ı Allah ondaki sıkıntıları gideriyor, ona sebat veriyor, yükünü hafifletiyordu. Hatice ona direnme tavsiye ediyor, onu tasdik ediyor, insanların yaptığı işlerin basit ve kaale alınma­yacak kadar önemsiz olduğunu söylüyordu. Allah Hatice´den razı olsun. Bu sayede Hatice´nin, bütün peygamberlerin zevcele­rinden daha üst bir makamı oldu. Hatta bütün dünya kadınla­rının fevkinde bir makama sahip oldu. Fazilet hususunda dün­yadaki kadınların üçüncüsü oldu. Bu kadınlardan birinci mer­tebede bulunan, gökteki meleklerle muhatap olan iffetli ve baki­re Meryem´di. Diğeri Peygamber efendimizin vücudunun bir parçası ve ciğerparesi olan Fatıma-i Zehra idi. Üçüncü sırada olan Hatice´ye Cenab-ı Allah gökten güzel bir selam ve tebrik göndermişti. Cenab-ı Allah, Peygamberine Cebrail´in diliyle şu emri göndermişti: “De ki: Ey Hatice, Allah sana selam söylü­yor,”

Abdullah bin Cafer bin Ebu Talib´in rivayetine göre, Resul-lulah (sav) efendimiz, Hatice´ye, cennette bir evinin bulunduğu­nu müjdelemekle emrolunmuştu.

Hatice, Peygamber efendimize, sükunet, bereket, güvenlik ve esenlik dolu bir ev hazırlamıştı. Dışarıda gürültü ve kavga­ların tozu yorgunluk ve meşakkatlerin baskısı vardı. Fakat bu evin içinde Cenab-ı Allah ona tam bir rahatlık, aydınlık ve gü­zellik bahsetmişti. Eve gelen Peygamber efendimiz, güzel bir görünüm ve tatlı bir manzarayla karşılaşırdı. Yorgunluktan sonra sükunetin tatlılığıyla yüzyüze gelirdi.

Hatice, Allah tarafından kendisine selam gönderildiği za­man, onun katında ne kadar yüce bir mertebede bulunduğunu anlamış ve iman etmiş bir kadına mahsus olarak Cenab-ı Al­lah´a şu sözleriyle mukabil selamlarını göndermişti: “Allah se­lamdır. Selam ondandır, Cebrail´e de selam olsun.” Ondaki sa­dık ve dürüst iman, Allah´ı tenzih etmekle biraraya gelmişti. Cebrail´e de selam vermişti. Ama Allah, selamın ve esenliğin kendisiydi. İnsanlara selam ve esenliği bahşeden Allah´tı. O´nun şanı ve zatı yücedir.

Hatice´nin bu mukabil selamıyla ilgili yorumunda, “Mevahi-bü´l-Ledünniye” adlı eserin sarihi şöyle der: “Hatice´nin muka­bil selamda bulunması, onun anlayışının derinliğine işaret eder. Çünkü o Allah´a mukabil selamda bulunurken O´na övgü ve senada bulunmuştur. Sonra Allah hakkında layık olan şey­le, layık olmayan şey arasında seçim yaptı. Onun bu yaptıkları, selim bir idrakin semeresi olmak yanında engin bir duyarlılığı­nın ve Allah´a olan dürüst imanının da bir semeresiydL”

Share.

About Author

Leave A Reply